“Bugün aslında dündü”, 1993 yılında gösterime girmiş olan fantastik komedi türünde bir film. Film, zaman döngüsüne yakalanmış olan bir hava durumu spikerinin her uyandığında aynı berbat günü yaşaması üzerine kurulmuş ilginç bir anlatıma sahip. Her sabah uyandığında çok kötü geçirmiş olduğu 2 Şubat gününü yeniden yaşayan birinin, nefret ettiği o günü her defasında yeniden yaşamasını anlatan bu filmde hayatın sarmal bir döngüye dönüşen karamsar yanları karşısında yaşanan çaresizlik, komedi unsurlarıyla süslenerek başarılı bir şekilde anlatılmıştı.

Türkiye’nin yakın tarihi, oldukça hareketli ve ilginç bir hikâyeye sahiptir. Son otuz beş yıllık süre içinde adeta iç savaş yaşamış olan bu ülkede, etkisini bugün de canlı bir şekilde sürdürebilen bir darbe ve bunun sonrasında yaşanan çalkantılı bir toplumsal ve siyasal süreçle bugüne kadar gelindi. Bu süreç içinde adeta yerle bir edilmiş olan ve temel insan hakları ekseninde şekillendirilmiş olan örgütsel yapılar, on binlerce insanın ödediği ağır bedellerle yeniden ayağa kaldırıldı ve çıtası bugünkünden daha aşağıya asla düşemeyecek olan bir düzeye kadar yükseltildi.

1980’li darbe yılları sayılmazsa son otuz beş yıllık toplumsal ve siyasal maceramızdaki en kötü ve en kaotik dönemlerin,  1990’lı yıllarda yaşandığını söylemek mümkündür. Bu yıllarda genel olarak bütün muhaliflere, özelde de Kürtlere karşı yürütülen baskı, sindirme, hapis ve hatta katletme eylemleri bütün ülkenin üzerine simsiyah bir karabasan gibi çökmekteydi. Bu dönemde sol muhalif olmak veya Kürt olmak, azımsanmayacak derecede hayati riskleri de göze almakla eş anlamlı hale gelmiş; en “itibarlı” olarak görülen kurumlardaki muhaliflerin bile kendilerini güvende hissedemeyecekleri koşullar yaşatılmıştı. Bu karabasan yıllarının belki de en belirgin olarak akılda kalan olayları, sokaklarda yaşanan tek kurşunlu infazlar ve yıllar boyunca hafızalardan silinmeyecek olan, vekillerin TBMM kapısından gözaltına alınmaları ile ilgili görüntülerdi.

DEĞİŞEN BİRÇOK ŞEY OLDU

O yıllardan bugüne kuşkusuz, değişen birçok şey oldu. Aslında artık, bugün gelinen noktadan daha geriye düşülmesini olanaksız kılan bir süreç de yaşandı ve bu sürece kadar birçok aşama da geçilmiş oldu.

1980’li yıllardaki ağır baskı ve kıyımlarla susturulmaya çalışılan toplumsal dinamikler, 1990’lı yılların o ağır karabasanından da kurtularak ayakta kalmayı başardı.

Çağdaş toplumların, çağdaşlığının en önemli ölçütlerinden biri olarak görülen “örgütlü olma” halinin bir suçla özdeşleştirildiği süreçte, başta kamu emekçileri olmak üzere çeşitli alanlardaki toplum kesimleri bir araya gelerek örgütlendi ve örgütlü toplum hedefine doğru yol alınmaya başlandı.

Yıllarca sol/sosyalist muhalefetin gündemde tuttuğu darbe karşıtlığı, siyasal, hukuksal ve askeri vesayet ile hesaplaşma talebi, toplumda karşılık bulma noktasına kadar ulaşmış oldu.

Başta Aleviler olmak üzere, farklı inanç gruplarına sahip topluluklar bir araya gelerek kendi talepleri ve bu taleplerin ifadesi doğrultusunda gözle görülür aşamalar kat ettiler.

Başta Ermeniler olmak üzere, ülkedeki azınlıklar üzerindeki baskılar daha yüksek sesle dillendirilebilir hale geldi ve Hrant Dink’in katledilmesine yönelik tepkilerle birlikte bu azınlıklara karşı yürütülen sindirme politikalarına karşı muhalefet de toplumsal meşruiyet kazanmaya başladı.

Daha önce adının ifade edilmesi bile suç olarak kabul edilen Kürt sorunu, başta Kürtlerin ve genelde de sol/sosyalist muhalefetin yürüttüğü mücadele ile herkes tarafından konuşulur ve tartışılır hale gelmiş oldu.

Kürt sorununu ülkenin en temel sorunlarından biri olarak gören parti ardı ardına kapatıldıktan sonra, yapılan son seçimde eskisinden de güçlü bir şekilde parlamentoda kendine yeniden alan açmayı başardı.

Yıllarca hapishanelerde yatırılan Kürt politikacılar, halkın oylarıyla seçilerek yeniden meclis sıralarındaki yerlerine oturdular.     

Bir yandan meclisteki siyasal temsilcilerle, bir yandan “Oslo süreci” adı verilen görüşmelerle silahlı Kürt muhalefeti ile görüşmelerin ve müzakerelerin yapıldığı kamuoyuna yansıdı. Bu süreç ile birlikte ülke kamuoyunda, silahlı çatışmaların sona ereceğine yönelik ciddi bir beklenti oluşmaya başladı.

“DEJA VU”

Şimdilerde toplum olarak hep o aynı kötü güne uyanan filmin kahramanı gibiyiz. Her sabah uyandığımızda o berbat günü tekrar tekrar yaşıyoruz sanki. Her yaşanan olayda, bunca yıldır yaşanmış acılar, sanki hiç yaşanmamış, şimdiye kadar binlerce kişinin ödediği bedel, sanki hiç ödenmemiş, bunca yaşanmış badireden sonra, o kapkara karabasan hepimizin üzerine sanki hiç çökmemiş gibi, her sabah uyandığımızda o yaşanmışlıkları yeniden yaşatan olaylarla karşılaşıyoruz.

Talepleri, yaşadıkları her ülkede meşru olarak kabul edilen ve karşılanabilmesi için çözüm üretilmeye çalışılan Aleviler, Türkiye’de yeniden öğrenmeyi reddettikleri Din derslerini görmeye, gitmeyi kendi inançları açısından doğru bulmadıkları camilere gitmeye zorlanmakta.

Zorunlu din derslerinin kaldırılması talepleri, evrensel insan hakları çerçevesinde meşru olarak kabul görmüşken, Nasreddin Hoca’nın fil hikâyesini andıran bir yaklaşımla zorunlu din derslerini kaldırmak bir yana, okullardaki din derslerinin sayısı daha da artırılmakta.

12 Eylül rejiminin ürünü ve vesayet sisteminin kurumlarından biri olan YÖK, yeniden karşı çıkılması suç sayılan dokunulmaz bir kurum haline getirilmekte ve YÖK protestosuna katılmak, yasadışı eylemci olmak ile özdeşleştirilmekte.

Özellikle sol/sosyalist siyasal bir bakışla emekçilerin taleplerini dile getiren ve bu taleplerin savunuculuğunu yapan sendika ve kuruluşlara mensup kişiler, yeniden “örgüt üyesi” yaftası ile mahkûm edilmeye çalışılmakta ve bunlara yönelik baskılar yeniden şiddetlendirilmekte.

Hrant Dink’in mahkûm edilmesini onaylayan yargıçlardan biri, Türkiye’deki ilk kamu denetçisi olarak atanmakta.

Kürt olmak, yeniden potansiyel bir suç olarak algılanmakta, Kürtlerin talepleri doğrultusunda politik tutum takınan siyasi kişi ve gruplar, yeniden “terörist” yaftası ile ötekileştirilmekte.

Mecliste dokunulmazlıkların kaldırılması ile ilgili yüzlerce fezleke dururken, aralarından seçilen 10 fezleke meclis gündemine alınarak, 1994 yılındaki o berbat görüntülerin benzerlerinin yaşanmasının önü açılmaya çalışılmakta.

Tolumda giderek daha fazla yaygınlaştırılan milliyetçi/mezhepçi algı ile çatışmaların biteceğine yönelik beklentiler yok edilmekte, yeniden ve daha derinden oluşacak olan ayrışmalar tetiklenmekte.

Bütün bu yapılanlarla, koskocaman bir ülkeye ve milyonlarca kişiye, her gün yeniden aynı berbat günü yaşayan film kahramanının rolü oynatılmakta ve hepimize toplumsal bir “deja vu” yaşatılmakta.

Her sabah uyandığımızda o berbat günü yeniden yaşayan kaotik bir sarmalın içine hapsedilmiş gibiyiz hepimiz. Bu “deja vu”, komik öğelerle süslenmiş fantastik bir filmde belki eğlenceli görünebilir. Ama eğer söz konusu olan bu ülkenin yakın tarihinde yaşanan o karabasan yıllarını ardı ardına yeniden yaşamak ise, sizi bilmem ama ben bu filmden artık çok sıkıldım.