4 Mayıs, 1938’de Dersim’de yaşananları unutmamak için, tarihe, yaşanan acılara ve kaybedilen hayatlara saygının gereği olan ve tarihle yüzleşmeyi amaçlayan Dersim Tertelesi’ni Anma Günü.

Dersimli her çocuğun, gencin, yetişkinin ve yaşlının hafızasında 1938 Dersim’ine ilişkin bir hikâye mutlaka vardır.

O yılları yaşamış olsun olmasın 1938, her Dersimlinin hafızasında değişmez ve keskin acıyı tarif eder. Bu hafıza insanoğlunun taşıyamayacağı derecede ağır bir yüktür. Çünkü emin olun, hiç kimse böyle bir hafıza ile birlikte bir ömür boyunca yan yana yürümeyi istemez.

Ben de çocukluğumdan beri dinlediğim onlarca kırım hikâyesinden hafızamda en keskin izler bırakmış olanını o yılları birer genç olarak yaşamış olan babamdan ve annemden kendi dilimizde, Zazaca dinlemiştim:

Düzgün Baba dağı eteğindeki köyümüzde geçen ve en son, şimdilerde 90 yaşına yaklaşmış olan annemden dinlediğim bu hikâyenin Türkçeleştirilen hali şöyle:

“1938 yılının Temmuz ayıydı.  Dersim’de Temmuz ayı bir hayli sıcak geçer. Kavurucu güneş altında her şey sararır, erir ve adeta buharlaşıp kaybolur. Her şey buharlaşıp kaybolsa da bazılarının bıraktığı izi kuşaklar boyunca silmek mümkün olmaz.

O günlerde, köyümüzde yediden yetmişe herkes büyük bir korku içinde başlarına gelebilecek felaketi gözler gibi çaresiz bir şekilde bekliyordu. Askeri birliklerin hareketi, köy yakınlarından geçen askeri müfrezeler ve milisler, zaman zaman duyulan silah sesleri herkeste bir korkuya yol açıyordu. Çünkü nelerin yaşandığını herkes biliyordu ve bilinenler de korkmak için yeterliydi.

Dersim’in Kuzeyindeki dağ köylerinde yaşayan Haydaran aşireti, 1938’de en fazla kayıp yaşayan aşiretlerdendi.

1938’de Temmuz ayının sıcak günlerinden birinde askeri birlikler, Haydaran aşiretinden 30-40 kadar köylüyle birlikte köyümüze geldiler. Askeri birliğin gözetimindeki köylülerin tamamı çocuk ve kadınlardan oluşuyordu. Aralarında yetişkin erkek yoktu. Askerler, Haydaran köylülerini her eve belli sayıda olmak üzere zimmetle teslim ettiler. Bu köylülerin teslim ettikleri evde bir süre kalacağını ve sonra onları teslim almaya geleceklerini söylediler. Her eve teslim edilen köylülerden sayıca eksilen olursa, eksik olanları tamamlayacak sayıdaki insanı ev sahiplerinden alarak sayıyı tamamlayacaklarını söylediler. Askeri birliğin büyük bölümü bir süreliğine gitmişti, ancak köyümüzün etrafındaki güvenlik önlemleri sürüyordu.

Bu süre içinde köyümüzdeki zorunlu konuklarımızla sohbet ediyorduk. Köyün erkeklerinin askerler tarafından daha önce toplanıp götürüldüklerini söylediler. Askeri yetkililerin onlara “erkeklerinizi götürdük, yeni köyünüze yerleştirdik, sizin için de uygun koşullar oluşunca sizi de onların yanına, yeni köyünüze götüreceğiz” dediklerini anlatıyorlardı. Ancak Haydaranlı köylüler buna inanmamıştı. Erkeklerinin götürülüp katledildiklerini, sıranın kendilerine geldiğini biliyorlardı. Ölüme gideceklerini bilen Haydaranlı köylüler, değerli buldukları eşyalarını ve kutsal saydıkları emanetlerini (teberik-jar) zorunlu konuk oldukları ev sahiplerine teslim ediyor, kendilerinden geri dönebilen olursa onlara teslim etmelerini, olmazsa o eşyaları korumalarını istiyorlardı.

Yaklaşık bir hafta sonra askerler, Haydaran köylülerini almaya gelmişlerdi. Kafileyi toparlayıp yolculuğa başlayacakları sırada bir genç kadın ile bir asker arasında çıkan tartışmada, genç kadının gösterdiği ataklığa ve cesarete herkes hayran kalmıştı. Bu tartışmanın sonucunda genç kadın dipçikle dövülmüştü.

Kafileyi köyden çıkarıp aşağıya doğru yöneldiler. Köyümüzün 4-5 km aşağısındaki dereye (Dere Gundiş) indiklerinde gözden kayboldular. Hepimiz merakla dere yatağından çıkmalarını ve karşı yamaçlarda görünmelerini bekliyorduk.

Ne Haydaran köylüleri, ne de askerler dere yatağından çıkmadılar. Bir süre sonra dağlardan ve derelerden yankılanan ve adeta gökyüzünü çatlatırcasına duyulan makineli tüfek sesleri, neden kimsenin dere yatağından çıkmadığını anlatmaya fazlasıyla yetti.

Silah seslerinin ne kadar sürdüğünü hatırlamıyorum. Makineli tüfek sesleriyle birlikte gökyüzüne yayılan toz-toprak arasında uçuşan rengârenk parçalar, köylülerin parçalanan bedenleri ve dağılan giysileriydi. Biz bütün bunları korkarak izliyorduk. Bir süre sonra silah sesleri kesildi, gökyüzüne yükselen tozlar ve duman dağıldı, her yeri derin ve korkunç bir sessizlik kapladı. Bu olaydan sonra birkaç gün boyunca kimse korkudan evinden dışarı çıkamadı.

Yaklaşık bir hafta sonra dere yatağına gitmek isteyen gruba ben de katıldım. Hem göreceklerimden korkuyordum hem de merak ediyordum. Oraya gittiğimizde, kızgın Temmuz güneşi altında bırakılan kadın ve çocuk cesetleri kararmaya başlamış, her yeri dayanılmaz derecede ağır bir koku sarmıştı. Sıcak güneş altında bırakılan insan cesetlerinden sızan sıvılar yerlerde kurumuş, izler bırakmıştı. Hiç aklımdan çıkmayan bir görüntü ise, bir yerde cansız yatan ve hamile olduğu anlaşılan bir kadının parçalanmış karnından dışarı çıkan doğmamış bir bebeğin cansız eliydi. Gördüklerime daha fazla dayanamadım ve ağlayarak köye geri döndüm. Bu gördüklerimi hayatım boyunca unutamam”

Bu hafıza insanoğlunun taşıyamayacağı derecede ağır bir yüktür derken işte bunları kastetmiştim.