Son zamanlarda kamuoyunun gündemine sıklıkla gelen konulardan biri ana dilde eğitim hakkına ilişkin tartışmalar oldu. Gerçi son aylarda hızlı bir yükseliş gösteren şiddet ortamı içinde her ne kadar güncelliğini bir oranda yitirmiş gibi görünse de Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin (AİHM) son kararı, bu konuyu yeniden daha güncel bir şekilde gündeme taşıyacak gibi görünmektedir.

 

Konuyla ilgili kısa bir hafıza gezintisine çıkıldığında, Eğitim ve Bilim Emekçileri Sendikasının (Eğitim-Sen) 2001 yılında tüzüğüne "Toplumun bütün bireylerinin, temel insan hakları ve özgürlükleri doğrultusunda, herkesin kendi anadilinde, cins ayrımcı olmayan, eşit, demokratik, laik, bilimsel, parasız ve kamusal nitelikli eğitim görmesini savunur" ifadesini koyduğu ve bu ifadenin ardından bugüne kadar uzanan sürecin başlamış olduğu hatırlanabilir.

 

Eğitim-Sen’in tüzüğüne anadilde eğitimi savunan bu ifadeyi koymasının ardından, önce Ankara Valiliği Anayasaya aykırılık gerekçesi ile bu maddenin tüzükten çıkarılmasını sendikadan istemiş, bu istek yerine getirilmeyince, Valilik tarafından sendika hakkında suç duyurusu yapılmıştı. Ankara Valiliğinin suç duyurusu da sonuç vermeyince Genelkurmay Başkanlığı, Çalışma Bakanlığına yazdığı yazıyla, sendikanın tüzüğünün değiştirilmesi yönünde bakanlıktan talepte bulunmuş, Ankara Valiliği de bunun üzerine harekete geçerek 2004 yılının Nisan ayında Eğitim-Sen hakkında kapatma davası açmıştı. Eğitim-Sen, davanın Yargıtay aşamasında tüzük değişikliği yaparak bu maddeyi tüzüğünden çıkarmış ve Genelkurmayın kapatma isteğini ancak bu şekilde bertaraf edebilmiş, ardından konuyu AİHM’e kadar taşımıştı.

 

AİHM ise, bu başvuruyla ilgili verdiği kararda Eğitim-Sen’in başvurusunu haklı bulmuş, devlet tarafından sendikaya tazminat ödenmesine karar vermiştir.

 

BALYOZCULARIN ANADİL DÜŞMANLIĞI

Bir ülkede onca bakanlık ve hukuk kurumu dururken, Genelkurmay Başkanlığının herhangi bir sendikanın tüzüğüne ilişkin bu denli cevval bir hamlede bulunması normal karşılanmasa da, bu durumun Türkiye’de sıradan olaylardan biri olduğu herkesçe bilinmektedir. Anadilde eğitimin bir insan hakkı olduğu gerçeği bir yana, bu ifadenin Anayasaya aykırı olması halinde bile Genelkurmay Başkanlığının “Anayasayı koruma ve kollama” misyonu ile duruma müdahil olmaya çalışması, Türkiye’deki askeri vesayet sisteminin ve darbeci geleneğin uzantısından başka bir şey değildir. AİHM kararı ile birlikte hem anadilde eğitim hakkının savunulmasının haklılığı bir kez daha kabul edilirken, diğer yandan Türkiye’nin darbeci geleneğine sahip kurumların uygulamaları yeniden mahkûm edilmektedir.

 

Tam bu noktada, bugünlerde gündemin temel konularından biri olan Balyoz davası, bu davanın sonuçları ve bu sonuçlar ile ilgili yapılan yorumlar üzerinde bir kez daha düşünmenin zamanıdır. Çünkü Genelkurmay Başkanlığının Eğitim-Sen’in kapatılması yönünde girişimde bulunduğu dönem ile Balyoz Darbe Planının hazırlanıp tartışıldığı dönem ilginç bir “tesadüf” eseri aynı yılları kapsamaktadır. Demek ki Genelkurmay Başkanlığı bir yandan Eğitim-Sen gibi bir sendikayı anadilde eğitim hakkını savunduğu gerekçesiyle kapattırmaya çalışırken, eş zamanlı olarak aynı kurumun başka birimlerinde Balyoz Darbe Planı hazırlanmaktadır. Bu şekliyle bakıldığında, AİHM kararı bir bakıma Balyozculara verilen ikinci bir mahkumiyet olarak da görülebilir.

 

HUKUK TEKNİĞİ TARTIŞMALARI DARBECİLİĞİ MASUMLAŞTIRMAMALI

Balyoz Darbe Planı olarak bilinen dava sonucunda, birçok sanığa mahkeme tarafından çeşitli miktarlarda hapis cezaları verilmesi, kamuoyunda oldukça sıcak tartışmalarla karşılandı. Tartışanların bir kısmı, yargılamaların teknik yanına ağırlık verip asıl manzarayı bu resmin arkasına gizlemeye çalışmaktadırlar. Bazılarına göre “sakat bir hukuk tekniği” ile yapılan bu yargılama zaten adil değildi, zaten AKP’nin hükümet olduğu bir devlette böyle bir yargılama da yapılamazdı.

 

Yargılama süreçlerinde yaşandığı söylenen aksaklıklara yapılan vurgu ile darbecilerin yargılanması konusu üzerinde kuşkular yaratarak olayı önemsizleştirmeye çalışmak küçük ve sıradan bir tartışma olarak görülemez. Yargılama süreçlerindeki kanıt, tanık ve tutukluluk süreleri ısrarla ön plana çıkarılarak olay basitleştirilmeye ve hatta darbeciler mağdur gibi gösterilmeye çalışılmaktadır. Türkiye’de darbe planlarına kanıt bulmak için ne çok yetenekli bir dedektif olmaya, ne de çok donanımlı bir hukukçu olmaya gerek yoktur. Bu ülkede ezilen ve halk olan herkes darbeler ve darbe planları için yeteri kadar kanıt bilgisine sahiptir. Kendilerine “sol” veya “komünist” diyen, bu sıfatlara sahip olduklarını iddia eden birileri hala bu ülkede darbeler için kanıt yetersizliğinden bahsediyorlarsa, onlar ya bu ülkenin yakın tarihini bilmeyecek kadar bu toplumdan kopuk yaşamışlar, ya da çuvala sığmayan mızrağın ucunu ustaca gizleme çabası ile çırpınmaktadırlar.

 

Oysa herkes bilir ki Türkiye, askeri vesayet sisteminin oldukça güçlü olduğu, “devlet geleneği” adı verilen otoriter baskıcı devlet aygıtına sahip olan bir devlettir. Bu özelliğinden dolayı sık sık askeri darbelere sahne olmuş, bu darbelerin acısını çok yaygın ve ağır biçimde yaşamıştır. Hükümet eden grup veya parti kim olursa olsun, yapılan darbelerin bedelini canıyla, malıyla, parasıyla ödeyen, her zaman halk olmuştur. Hükümette AKP gibi bir partinin yer alması hiçbir darbeci girişimi haklı veya masum gösteremez. Kaldı ki bugün balyoz davası ile mahkum edilen ekip, Eğitim-Sen için kapatma davasının açıldığı dönemde de görev başında bulunan ekiptir. Bu masumlaştırma çabasının, kendine “solcu” veya “komünist” diyen bazı çevreler eliyle yapılması ise, tarih tarafından çok ağır bir utanç olarak yazılacaktır. Kimse bu utancın yanında yer almamalıdır. Bu utancın sahipleri ne solun geleneğine sahip çıkacak yüze, ne de halkın geleceğine doğru bir şekilde yön verebilecek ufka sahiptirler. Onlar, olsa olsa platonik bir aşkla bağlı oldukları darbecileri ile birlikte tarihin “suçlular” sayfasında kendilerine bir yer açmış olacaklardır.

 

“ONLAR ÜMİDİN DÜŞMANIDIR”

Darbecilerin yargılanması talebi yıllardan beri, bu ülkede yaşayan Kürtlerin, Alevilerin, Ermenilerin, solcuların, sosyalistlerin, emekçilerin, yani bu ilkenin bütün mağdurlarının isteği oldu.  Darbeciler hangi zeminde yargılanırlarsa yargılansınlar, onları sanık sandalyesine oturtan mahkeme nerede kurulmuş olursa olsun, onların, bu ülkenin ezilenlerine verecekleri hesap var. Bu hesabı sormak için “o büyük günü” beklemeden her yerde her zeminde hesap sormak gerekir.

 

Bugün kendilerine “solcu” diyen bazı çevreler bilmelidirler ki, şimdi masumlaştırıp bir hukuk kazasına uğradıklarını kanıtlamaya çalıştıkları kişiler, dün işledikleri diğer suçlarının yanı sıra aynı zamanda örgütlerimizi, sendikalarımızı kapatmaya çalışanlardır. Biz, her aygıtı ve her kurumu kullanarak onlardan hesap sormak için her zaman mücadele ettik. Eğitim-Sen, bugün, ceza verilerek mahkum edilen bu darbecileri, yıllar öncesinde sanık sandalyesine oturtmuş ve bu davayı AİHM’ne taşımıştı. Darbecilere hesap sormak için hiçbir tereddüt göstermedik, göstermeyeceğiz. Çünkü büyük ozan Nazım Hikmet’in de söylediği gibi;

 

“…

Onlar ümidin düşmanıdır sevgilim

Akarsuyun,

Meyve çağında ağacın,

Serpilen gelişen hayatın düşmanı

…”