Beş yıl önce yeni çıkan şiir kitabımla ilgili Özgür Gündem gazetesinde yayımlanan “Şiir verili olana karşı bir duruştur" başlıklı bir röportajda  “Şiirle ne zaman ilişki kurdunuz? Ve neden şiir?” sorusu yöneltilmişti Faysal Ceylan tarafından.

Ben de şöyle yanıtlamıştım bu en zor soruyu:

“Şiirle ilk ilişkim gaz lambasının ışığında aydınlanan bir Yörük çadırında oldu. Kara çadırın içine girmemizle birlikte, şiirler, maniler ve destanların sonsuz dünyasına balıklama dalmış oldum. O gece çadırdan çıkarken aynen Kocabıçak’ın yaptığı gibi Dadaloğlu şiirini sessizce mırıldandığımı anımsıyorum. Dağların, suyun, pamuk çapalayanların sessizliğini isyana dönüştürmek için şiiri bir yaşam biçimi olarak seçtim. Şiir acılarımı hafifletirken, paylaştıkça bende çoğalma ve direnme hırsı yaratan bir etkinlik haline geldi. ”

Evet, benim şairliğim Kocabıçak’ın o büyülü kıl çadırında başlamıştır diyebilirim soranlara en kısa yanıt olarak. Aslında pek hoşlanmasam da böyle kesin sınırlar çizen sorulardan, buna benzer cevaplarla sıyrılıveririm sorgulayanın sıkıntılı atmosferinden hemencecik.

Binlerce yıllık destanları, masalları yarına iş güç olmasa bir çırpıda anlatıverecek gibi duran Kocabıçak, tarih öncesi çağlardan kopup gelen bir sesin tınısıyla gaz lambasının titrek alevinde döküyordu içinde biriktirdiklerini, atalar sözünü.

Biz konuya kendimizi kaptırmış zamanı unutmuşken bir dağın kenarındaki düzlükte, birdenbire büyü bozuluyor en ilginç yerinde anlatım sonlandırılıyordu. Masallar, hikâyeler susunca kıl çadır uğultulu bir zindana dönüşüyor, kuşlar havalanıyordu fırtınaların tüneğinden maviye.

Tabi ev sahibi anlatıyı en meraklı yerinde keserek hem konuya ilgiyi en üst seviyeye çıkarıyor hem de öbür akşamı da sağlama alarak misafirlerini destansı yalnızlığına yeniden davet ediyordu.

Çok şey öğrendim Kocabıçak’tan. Dağların dilini, koyakların sesini. Yıldızsız gecelerde dağlarında yanan çoban ateşlerinin efsanevi hikâyesini. Dağlara âşık birinin düze inince içinde yanan beklentinin küllenmemiş halini. Hep onda gördüm yıllar geçse de mor dağlara çıkma hayalinin depreşerek yangına dönüştüğünü.

Yıllar sonra İnce Memed’i severek okumuş, ona anlatmak için sabırsızlanmıştım. Yaz tatilinde İstanbul dönüşü onu tek odalı evinde sırtını yanmayan ocaklığa vermiş düşünürken buldum.

İnce Memed’in hikâyesini ona heyecanla bir çırpıda anlatıverdim. Sözcükler ağzımdan, arıların vızıltısı, kelebeklerin kanat vuruşuyla savruldu gitti ovanın düzüne, pamuk çiçeklerine.

Tabakasını çıkarıp yaktığı sigarasından derin bir nefes aldıktan sonra başladı anlatmaya:

“Bir kere sana kim anlattıysa bunu yanlış anlatmış, dedi.

Asıl İnce Memed Afyon, Dinar Göce mahallesindendir. Bir hayvan otlatma meselesi yüzünden birisini öldürmüş, sonra dağa çıkmıştır. ”

Adana’ya sonradan gitmiştir. Yazan yanlış yazmış, dedi.

Yaşar Kemal’in yaşanmış olayları derleyerek romanını yazdığı konusunda ısrarcı olsam da görüşlerini değiştirmedi.

“Benim bildiğim İnce Memed anlattığın gibi olamaz. ”

Asıl İnce Memed’in hikayesi konusunda ısrarcı tutumunu değiştirmedi.

“Selam söyle o kitabı yazan adama, doğru şeyler yazsın ”dedi.

Kendisi de biliyordu oysa bir destanın ya da hikâyenin farklı anlatımlarının olabileceğini.

“Ben Kemal falan bilmem. Duyduğumu işittiğimi anlatırım” diyerek sözü kestirip anlattı.

Bu meseleyi sonra Sosyal yayınlarının kokteylinde karşılaştığım Yaşar Kemal’e söylemek istedim. Etrafı kalabalık olduğu için açıkçası cesaret de edemedim. Bir kaç denemem olmasına rağmen sesim o kadar cılız çıkmıştı ki, kendim bile durmamıştım kalbimin çarpıntısından ağzımdan çıkanları. Sadece Yaşar Kemal’in yüzündeki tebessümü hatırlayabiliyorum şimdi geçmişin aynasında.

Aslında Kocabıçak’la Yaşar Kemal’i karşılaştırabilmeyi çok isterdim.

Kim bilir neler çıkacaktı böyle bir sohbetten. Dağların, koyakların diliyle konuşmaya başlayınca destancılar. Dünya kırlangıç kanatlarıyla dolacak Torosların başında bir top yıldız olacaktı umut, gelecekten bugüne ve yarına söylenen.

Kocabıçağın selamını söyleyemedim Yaşar Kemal’e.

Yıldızlı bir Akdeniz gecesinde ünledim gecikmiş selamını Toroslara.

Belki almıştır yıldızların ateşinden gülümseyen merhabasını.

İnce Memed’in, Çakırcalı’nın yürüdüğü dağlardan akıp geleceğe...