Eskiden bayramları hiç sevmezdim. Çünkü kontrol bende değildi. Babam hepimizi toplar, hadi bakalım baba ocağına gidiyoruz derdi. Ben sevmezdim babamın ocağını. Bir kere istesem de istemesem de gitmek zorundaydım.

İnsanlar bayram diye öyle bayılmadıkları tiplerle bir araya gelir, sarılır öpüşürler.

Yaşlı kadınlar, adamlar zorla burnunuza dayar ellerini.

Oysa ben babamın elini bile canım istemezse öpmezdim. Şimdiler de bel kırıp öpüşüyoruz. Aslında yalan söyledim, öpüşmüyoruz. Ben onu öpüyorum son zamanlarda. Oğlumun başını okşar gibi hemşirelerin tıraşladığı başını okşuyorum. Oğlum gibi yüzü ışıldıyor onun da. Yanağını okşuyorum bir masumiyet haresi yayılıyor sanki etrafına, işte o zaman ağlamak istiyorum.

Artık bayramları seviyorum. Babam oğlum olduğu için değil, yaşlanıp kendi ailemi seçtiğim için seviyorum. Artık yanlarında olmaktan sevinç duyduğum insanlarla birlikte kutluyorum bayramlarımı.

Her neyse benim esas mevzum, size yazmak için gelme sebebim yine sinema.

Daha önce bir yönetmen keşfetmiştim. Hatta geçen sene bir filmini yazdım burada, adı Köpek Dişi.

Bu hafta vizyona girdi film.

Farklı bir pencereden hayatı ve insanları sorgulamak istiyorsanız, yaman bir film Köpek Dişi.

Bu sabah oğlumun kız arkadaşı bana aynı yönetmenin yeni bir filmini önerdi, ben de oturup seyrettim. Aslında daha önce seyrettiğimi hatırladım film başladığında, ancak film o kadar soğuktu ki tıpkı Köpek Dişi’nde olduğu gibi, hep karşıma çıkmasına rağmen, hiçbir zaman oturup sonuna kadar seyretmeye tahammül edememiştim.

Oysa filmin soğukluğu gerçekliğinden geliyor.

Bugün yönetmen Giorgos Lanthimos’un daha önce seyrettiğim filmlerini de zihnimde referans alarak oturdum filmin başına ve çok beğendim. O yüzden size de anlatmaya karar verdim.

Aynı yönetmenin bu sene vizyona girdi mi bilmiyorum Kutsal Geyiğin Ölümü filmini de seyretmiş ve çok beğenmiştim.

Yönetmenin filmleri başta Cannes olmak üzere birçok festivalde de önemli ödüller almış.

Kutsal Geyiğin Ölümü filmi de seyirciyi ters köşe eden buz gibi bir film.

Onu da yazmışımdır belki hatırlamıyorum.

Bugün seyrettiğim Lobster filmi 2015 yılında çekilmiş.

Filmde yalnız olmanın kötü bir şey olduğu, insanların eşleri olması gerektiği kavramı işleniyor. Bu fikir üzerine kurulmuş bir dünya yaratmış filmin senaristleri.

İlişkisi olmayan ya da eşini kaybetmiş insanlar, bir otele gidip orada yaşıyor bir dönem. 40 gün falan orada kalıp kendilerine bir eş seçmeleri gerekiyor.

İnsanları av ve avcı diye iki üst karakterde toplar kimileri, orada da insanlar bir arada kahvaltı edip sonra da arabalara binip ellerinde tüfekleri ava çıkıyorlar.

Ormana salıyorlar bu insanları ve insanlar vahşi bir şekilde deliler gibi koşup birbirlerini avlıyorlar.

Otele ilk geldiklerinde insanların bir elleri arkalarına bağlanıp bir gün geçirmeleri sağlanıyor. Bunun sebebi insanın tek başına olmasının ne kadar zor olduğunu onlara deneyimletmek.

Tek elle dişlerini fırçalıyorlar, kahvaltı etmeye çalışıyorlar.

Tekler ve çiftlerin faaliyetleri farklı, asla yan yana gelmiyorlar.

Birbirleri ile konuşmaları bile yasak.

En bomba olan şayet otelde kalma süreleri sonunda kimseye aşık olmaz ve tek kalırlarsa seçtikleri bir hayvana dönüşüp ormana salınıyorlar.

Bizim kahramanımız istakoza (lobster) dönüşmek istediğini söylüyor. Neden diye soruyorlar. Çünkü diyor uzun yaşar istakozlar ve ben denizi severim.

Oteli idare eden eşli kadın diyor ki güzel sıra dışı bir seçim. Genelde herkes köpek olmak ister. O yüzden her taraf köpek dolu.

Kahramanımız sırf hayvana dönüşmemek için kalpsiz olduğunu bildiği halde bir kadınla eşleşiyor.

Bunu nasıl yapıyor derseniz ona kendini kalpsiz biri olarak tanıtıyor.

Ancak kadın kalpsiz olduğu kadar akıllı onun numara yaptığını anlıyor bu da bir suç.

Bu suç yüzünden otel yetkilileri kahramanımızı kimsenin olmak istemediği bir hayvana dönüştürecek. Kural bu.

Kahramanız kaçıyor otelden. Bu sefer ormanda çiftleşmek istemeyen kaçak insanlarla karşılaşıyor.

Onlarda öpüşmek sevişmek yasak, avlanarak sessizce dans ederek yaşayan tipler.

Orada bir kadına aşık oluyor kahramanımız bunu da ortak bir yönleri olmasından anlıyor yine.

İnsanların eşleşmesi için filmde bir belirti var o da ortak noktalarının olması.

İkisi de miyop o yüzden birbirlerine bayılıyorlar.

Ve birlikte kaçmaya karar veriyorlar.

Çünkü öpüşmek ve sevişmek istiyorlar.

Orada sınırsız mastırbasyon izni var ama hayalleri reale geçirmek yasak. İnsanları fena halde cezalandırıyorlar.

Öpüşeni gördüklerinde ikisinin de ağzına jilet sokup haydi şimdi öpüşün diyorlar.

Gerçek hayatta ortak özelliklerini arayan tipler var gerçekten. Ben kendimi düşündüm kocamı kendime seçtiğimde ortak ne yanımız vardı acaba dedim bulamadım. Ortak bir alanda hala buluşuyoruz o yüzden bir aradayız ama ortak hiçbir yanımız yok aslında.

Ben mesela içimde ukte olan bir şeydir. Onunla bir konserde deliler gibi içmek ve dans etmek isterdim.

Oysa benim kocam içer ama dans etmez. Eskiden Kafkas ekibinde acayip periot atarmış, kel şimdi ama o zaman uzun saçlarını havada fır fır dönermiş, öyle diyor, ben kocamın yalancısıyım. Ben onu dans ederken görmedim. Sadece resimlerini gördüm. Bir de çerkes ezgilerinden başka hiçbir şey dinlemez benim kocam.

Oysa ben o müzikleri onunla tanıdım.

Her neyse 28 senedir evliyiz.

Ama şunu biliyorum yalnız yaşayan hayatında birine dokunmamış sevişmemiş birinin ışığı olmuyor. Ruhen birine karışmamış olanı uzaktan bakınca tanımak çok kolay rengi soluk oluyor.

Okültizm ile ilgili okuduğum kitaplarda insanların herkesle sevişmemesi gerektiğini sağlık veriyor rehberler. Çünkü bir enerji akışı gerçekleştiğini doğru insanla birlikte olunmazsa insanın ruhunda kötü şeyler olacağını söylüyor.

Bir ruhun hayata birçok kez geldiğini ve her seferinde tekamüle ermek için var olduğunu amacının ışık olup eşiyle birlikte sonsuza kadar yaşamak olduğunu söylüyor.

Yani her dünyaya gelişinde sevişmesi gerekmiyor ruhun. Denk insanla karşılaşmadıkça ışıksız dolaşması normal.

Bu bir öğreti kabul etmek zorunda değilsiniz ama bir enerjinin var olduğuna inanıyorsanız kulak ardı etmeniz de saçma geliyor bana.

İnsanların bedenlerinde düzgün bir enerji akışı olmazsa hastalanıyorlar. Buna tıbben ruh hastalığı deniyor.

Ve artık enerji akışını yeniden sağlamak için bilimsel eğitim kurumları var.

Bu yazımdan sonra başka bir filmi anlatacağım o da enerji akışıyla ilgili. Ömer Faruk Sorak’ın yönetmenliğini yaptığı Sekiz Saniye. Bu bayram yazarım herhalde.

Sevgili okuyucum, sevdiklerinizin yanında keyifli zamanlar geçireceğiniz bayramlar dilerim.

Güzel günlerde görüşelim. Görüşmelerimiz iyiliklere vesile olsun.

Bu arada güzel günlerde görüşelim, görüşmelerimiz iyiliklere vesile olsun demek benim kültürümde, insanlar karşılaştıklarında söylenen bir söz.

Geçen hafta Düzce’ye gittim, orada bu sözü o kadar çok duydum ki daha çok sevdim. Sanki damarlarımda uykuda olan bir şey yeniden alevlendi.

Yanlış anlaşılmasın asla bu duygu milli bir duygu değil, ait olmanın, köklerimin kıpraşmasının duygusuydu. Sevdim.

İyilikle görüşelim efendim.