Ölüm oruçlarına iki kez arabulucu olarak katıldığım için, 1996 yılı ile 2000 yılındaki iki eylemi ve sonuçlarını birbirinden kesin çizgilerle ayırabiliyorum.

Çünkü ikisinin de birinci elden tanığıyım.

Lafı uzatmadan söyleyeyim: 1996’da 12 genç tutuklu öldükten sonra, olayı çözme yönünde bir irade oluşmuştu. Telefonla görüştüğümüz Başbakan Erbakan’ın talimatıyla gece yarısı anlaşma sağlandı; ölüm döşeğinde olan, hayati fonksiyonlarını yitirmiş durumda ambülanslarla hastaneye gönderildi. Bayrampaşa kapısında bekleyen gözü yaşlı ailelerin yüreğine su serpildi.

Ve işin en önemli yanı Türk basınının güçlü gazeteleri bu çözümü alkışladı, hatta arabulucu heyette yer alanları ‘kahraman’ sıfatıyla andı.

O dönemin gazete arşivlerini karıştıranlar, bu yazı ve manşetleri kolaylıkla bulabilirler.

***


Ama aynı kişilere bir de 2000 yılının gazetelerini incelemelerini ve 1996 gazeteleriyle karşılaştırmalarını öneririm.

2000 yılında ‘büyük medya’ ve ‘etkili kalemler’, 1996’nın tam tersine, arabulucuları ‘hainlik’le, ölüm orucu tutanlara ‘cesaret vermekle’, ‘teröristlerin yol arkadaşı’ olmakla suçladılar.

Bu yayınlar o boyuta geldi ki İstanbul Başsavcısı, can güvenliğimizin tehlikede olduğunu söyleyerek hepimize koruma tahsis etmek zorunda kaldı.

***


1996’da anlaşmayla sonuçlanan ölüm oruçlarının, 2000’de ‘Hayata Dönüş’ adı altında utanç verici bir katliama dönüşmesinin, önceden alınmış bir karara göre düzenlendiğini anlamak için fazla kafa yormaya gerek yok.

Alın iki dönemin gazetelerini, karşınıza koyun ve bakın.

Biri çözümü, öbürü katliamı teşvik ediyor.

Umarım bir gün basının kitabı yazılır ve Türkiye’nin kritik dönemlerinde bazı basın mensuplarının takındığı tutum belgelenerek, gelecek kuşaklara aktarılır.

Kendilerinin utanacağından pek umudum yok ama belki çocukları ve torunları utanır.

Çünkü en kritik dönüm noktalarında şaşmaz bir biçimde, kurbanın değil katilin yanında yer tuttular.