Düsseldorf’a giden uçakta kitap okuyorum. Yanım yörem yabancılara dolu. Arada bir bana garip garip baktıklarını hissediyorum. Çünkü okuduğum kitabın bazı bölümleri beni yüksek sesle gülmeye zorluyor. Oysa adetim eğildir, kitap okurken sesli sesli gülmem ama bu kitap daynılmaz biçimde gülme isteği uyandırıyor.

Üstelik bir mizah kitabı da değil bu, tarihi bir roman. Komiklik olsun diye yazılmış tek satır yok içinde. Ama yazar, Abdülhamit devrine öyle keskin gözlemlerle, öyle can alıcı satırlarla yaklaşıyor ki, ister istemez zekâsına hayranlık duyuyorsunuz ve zaten dolup taşmakta olduğunuz bu duygu, ilginç bir cümlede gülme olarak patlayıveriyor.

Mesela, ceketlerine tek bir altın dikilip ellerine tulum peyniri, bulgur çuvalı, tavuk ve dövüş horozu verilerek İstanbul gurbetine gönderilen Anadolu köylüleri bölümünü okuyorsunuz. Toplu olarak yatıp kalktıkları handa başlarına gelen gaz patlaması felaketinden birkaç gün sonra, yine gündelik hallerine geri döndüklerini okuyup, şakalaşmalarını anlatan cümleye geliyorsunuz. En sevdikleri şey birbirlerinin husyelerini yakalayıp zorla Hamidiye marşı okutmak. Eğlence anlayışları bu.

İster istemez gülüyorsunuz ama yanınızdaki Alman neye güldüğünüzü sorsa, birbirlerinin husyelerini sıkıp Hamidiye marşı okutma meselesini nasıl çevireceksiniz.

Kitabı okuyanlar zaten anlamıştır. İhsan Oktay Anar’ın yeni romanı Yedinci Gün’den bahsediyorum (İletişim Yayınları).

İlk romanından beri zevkle, hayranlıkla takip ettiğim İhsan Oktay, bana göre bu dönemin en başarılı romancısı, dünyada eşine ender rastlanacak bir anlatım ustası.

Kurduğu roman dünyası bir okur olarak beni cezbediyor, her kitabının her satırını zevk alarak okuyorum. Biliyorsunuz bu özellik (yani okurken zevk almak) yavaş yavaş ortadan kalktı. Artık pek çok kitap, okuma zevki vermiyor.

İhsan Oktay, doğu dünyasına ait bir anlatıcı ve kitapları onun Evliya Çelebi’nin torunu olduğu izlenimini uyandırıyor bende. Gerçi Evliya bir gezgindi, İhsan Oktay ise İzmir’den pek çıkmıyor. Ama o da zamanının çoğu zihinsel, düşsel yolculuklarda geçiriyor.

Romanın dili, Evliya Çelebi’de olduğu gibi çok zengin. Artık lügattan çıkmış kelimelerle, Osmanlı ve halk deyimleriyle, eskiden beri meraklı olduğu Osmanlıca teknik terminolojiyle dolu. Bazen kitabı, Mühendishane-i Berri-i Humayun mezunu bir son dönem Osmanlı mühendisinin yazdığı duygusuna kapılıyorsunuz.

Bazen de dili iyice savuruyor. Anlattığı sahneyi tasvir etmekle kalmıyor, orkestra bölümünde olduğu gibi, dilin ritmiyle de müziği duyurmak istiyor. Aynı durum telsiz mesajlarında da görülüyor.

Yedinci Gün, kendini kolay kolay ele veren bir roman değil. Okurdan büyük bir dikkat, zekâ ve bilgi talep ediyor. Hemingway’in Paris için söylediği, “Öyle bir şehirdir ki, sen ne kadar talep edersen o kadar verir” sözü, bu roman için de geçerli. Okur kendi kapasitesine göre ya sığ sularda yüzer ya da derinlere kulaç atar.

İhsan Oktay’ın okurlarına çeşitli tuzaklar kurduğunu, zekâ yarışmasına girdiğini ve “Bakalım ne kadar anlayacaksın?” diye kıs kıs güldüğünü görür gibiyim.

Bir örnek vereyim. Romanda, okuduğu bir ayet üzerine din değiştirerek Müslüman olan ayyaş bir Alman var. İşin ilginci bu adam bir İslâm ermişi olarak çıkıyor karışımıza ve daha düne kadar şarap iptilasından dolayı Zom lakabıyla çağrılan bu şahsa Arap Camii’nin cemaati, memleketinden ötürü “Aman Baba’’ demeye başlıyor.

Niye Aman Baba? Dikkatsiz bir okur bu cümleyi okuyup geçebilir. Ancak romanı çözmeye çalışan birisi, Alman’ın niye memleketinden ötürü “Aman Baba”ya dönüştüğünü kavrayıp gülümseyebilir. Çünkü bir İslâm babasına “Alman Baba” denmesi yakışık almayacağı için cemaat bu ismi “Aman Baba”ya çevirmiştir. Ama kitapta bu anlatılmaz, “Memleketinden ötürü” denilip geçilir. Bazı okurlar anlar bazıları anlamaz.

Başka bir cümleyi örnek vereyim. Şöyle yazıyor İhsan Oktay: “ÖYediği halt bununla da kalmaz, bir yandan da Rabile nam bir Fransız’ın kaleme aldığı Kögrantüa adlı müstehcen eseri, bu kitap kendisine söve dövüle ezberletilmiş Arap uşaktan dinlerdi.”

Eğer okur, 16. yüzyıl Fransız yazarı Rabelais’yi ve onun “cismani zevkler”e düşkün baba-oğul iki devi anlattığı “Gargantua ve Pantagrel’in Hayatı” adlı beş ciltlik romanını biliyorsa ne ala. O zaman kitabı okutan “Allahsız Paşaoğlu”nun hedonist hayatı üzerine bir fikir edinebilir. Ama bilmiyorsa acayip laflar edilmiş diyerek bu bölümü hızla geçebilir. Çünkü yazar bize bunu da anlatmıyor. İş okura kalıyor.

Aslında İhsan Oktay üzerine daha kapsamlı, uzun metinler yazabilirim ama gazete yazısı çerçevesinde şimdilik bu kadarla yetinmek zorundayım.

Benim için İhsan Oktay’ın en çekici yanı, okur olarak bir sonraki romanını dört gözle beklemektir. Çünkü yazar, zihnindeki fantastik evrenin kapılarını yarım da olsa aralayarak, bize harikalar diyarını bir parça görme imkânı veriyor.