Geçenlerde arkadaşlarla konuşurken, nasıl olduysa konu şaraba geldi.

Hayır, hayır! Hemen aklınıza geleceği gibi, gazete köşelerinde sık sık boy gösteren Petruslara metruslara değil, gençliğimizin şarabına. Yani 35 kuruşluk Çubuk markasına. Sahi, bir de Dimitrakopulo vardı.

Sonra 2.5 liralık yassı, arka cebe girebilen konyak aklımıza geldi. Daha doğrusu konyak değil de üstünde yazdığı gibi Kanyak. Derken bayramda misafirlere ikram edilen Tekel likörleri... Nane likörü mü alırdınız, kahve likörü mü?

Akşamları rakı içilirdi; Piknik gibi Ankara lokantalarında ise bira.

Daha sonra Ankara viskisi çıktı ve millet ağız birliği ederek bunun tadını tahta kurusuna benzetti. Bu içkileri makul miktarlarda içenlerin hepsi de cuma namazına giden Müslüman insanlardı. Ramazan’da oruç tutarlar ve bir ay boyunca ağızlarına içki koymazlardı.

O günün Türkiye’sinde kimse kimsenin dinini, inancını sorgulamazdı zaten.

Bunları konuşurken konu, pek de uzun olmayan bir zaman dilimi öncesindeki yaşamımızın ayrıntılarına geldi. Konuştukça ne kadar çok değişmiş olduğumuzu fark ettik.

Orta sınıfın ezici çoğunlukta olduğu Türkiye’de her ailenin hayatı birbirine benzerdi.

Oturulan dairelerde yer mozaik, yataklar telli, yaylı somyaydı. Sokak satıcısından haftada bir alınan kavun karpuz bu somyaların altında dururdu.

Bir de tahtakurusu derdi vardı başımızda. Hepimizi gece boyunca hatır hutur kaşındıran bu böceklere karşı verdiğimiz mücadele, duvarlardaki kurumuş kan izlerinden anlaşılırdı.

Arada bir sucu gelir, cam damacanadan evdeki küpe su boşaltırken havayı dengelemek için kıvrık bir plastik hortum kullanırdı.

Televizyon yoktu, radyo ise sıkıcıydı. Saat 1 ajansından sonra “Beraber ve solo şarkılar“, “İzzettin Ökte’den tambur soloları“, “Yurttan Sesler Korosu“, “Sabite Tur Gülerman’dan hüzzam makamında şarkılar“ dinlenirdi.

Kandil gecelerinin değişmez ritüeli ise herkesin huşu içinde radyonun başına dizildiği, kadınların başını örterek dinlediği mevlit yayınıydı.

Yemek saatlerinde aile mutlaka sofra başında olurdu. Tabaklarımız ve su bardaklarımız küçüktü. Bugünkü gibi Amerikan porsiyonları girmemişti hayatımıza. Yemek masaları, misafir gelince çekip uzatılacak biçimde yapılmıştı ama o mekanizmalar kazık kesilir, bu işi becermeye çalışan biz çocukların ellerini kan oturtarak ezerdi.

Futbol sahalarında çim yoktu. Sahalar aydınlatılmadığı için gece maçı da yapılmaz, güneşin altında zırıl zırıl terleyerek futbol oynanırdı.

Her çamaşırda yorganlar sökülür, çivitli sularla elde yıkanıp, kurutulup, ütülendikten sonra tekrar kaplanırdı. Uzun bir işti bu. Kılıfın yorgana düğmelerle tutturulması icadı çıktığı zaman, kadınlar çok sevinmişti.

Hepimizin ayakkabısında çiviler çıkar, topuklarımızı delerdi. Ne hikmetse hepsi de kışın su alırdı.

Ailenin ayakkabıları toplu halde tamirciye götürülürdü. Zenginler tam pençe, “hâli vakti yerinde olmayanlar“ ise yarım pençe yaptırırdı.

Kullanacağı bütün çivileri ağzına doldurmuş olan tamirci, topuklara bir de demir nalça takardı.

Sümerbank’tan çubuklu pazen alınır, evin küçük büyük bütün erkeklerine bir örnek pijama dikilirdi. Kalan pazenden de perde, divan örtüsü falan yapılırdı.

Neyse...

Bu ayrıntılar uzayıp gider, kitaplar doldurur, en iyisi burada keselim. Ama kesmeden önce de şunu söylememe izin verin: O dönemde Türkiye daha yoksuldu ama insanlar daha görgülüydü, tüketim çılgınlığı henüz toplumu ele geçirmemişti ve herkes daha mutluydu.

O günlerde evlerden yükselen kahkahaları bugün duymak zor artık.