Bir yaşam öyküsünü yazmak/sunmak kolay gelebilir ilk başta, ancak bu kişi ünlü ya da pek de kitlelerce tanınmış biri değilse bu biraz zor. Zor, çünkü onun elinden tutup bol ışıklı sahneye koyabilecek kimsesi olmadığı gibi yüzüne tutulan fener de her an sönebilir. Tanınmış kişi (en azından bir kitlesi olmuş kişinin) zaman içerisinde kaybolsa da arada gözükme ihtimali vardır. Fakat hakkında yazıya geçirilmiş tek bir satır bile olmayan öyle kişiler var ki zamanın kuyusunda yok olmuşlar, kaç yüz bin kişi olduklarını bir tahminde bulunabilmek içinse yazıya geçirilmiş olmaları gerekir. Bu nedenle eline kalem alabilen her kimse soluğu tanınmış birinin yaşam öyküsünün peşinde alması akla daha yatkındır. Hem bu daha rahattır, kısa süreli bir araştırmayla hakkında bir kitap dolusu malzemeye ulaşılır. Bazı akılsızlar ise (biri de ben oluyorum) aksini yapmaya çalışır. Ne Mevlana’nın aşkı peşinde koşar, ne de Ahmedê Xanê’nin Mem ile Zin’i nasıl yazıya aktardığının cefasını çekmeye çalışır. Gerçi sonuncusunun zamanımıza kalan malzemesi daha az olsa gerek, neticede iktidarın diliyle yazılmamış her eser biraz da esarete mahkûmdur.

Geçenlerde Harari’nin Sapiens’ini okudum. Yıllardır aradığım dostumu bulmuş gibi kucakladım. Ne de olsa yakın dost/arkadaşlar (gerçi eşim “senin hiç arkadaşın yok” diyor, belli ki Borges’i, Kundera’yı, Tolstoy’u ve onlarca roman karakterlerini ciddiye almıyor) ve akrabalar arasında hâlâ en çok karşılaştığım soru şu: “Sen şimdi evrime mi inanıyorsun yani?” Filozofun “Coğrafya kaderdir” dediği bu olsa gerek. Bilimin inanmakla değil, gözlemle deneyle sonuca ulaşmaya çalıştığının üstüne basa basa tekrarlayacak değilim.

Suriye asıllı şair Adonis 21. Yüzyılın ilk yıllarındaki bir röportajında “Tek tanrılı dinler zamanını doldurdu” diyor. Görünen o ki Adonis uzun zamandır Ortadoğu’da yaşamıyor.              

Sıcak ve kumlu çöl diliyle yazılmış her eser bedenin görünürlüğünü yasaklar, tabii bu da beraberinde bedene duyulan arzuyu körükler. Üstelik çölde Serap’a inanmamak da olmaz, yoksa beden örtünen arzunun çektirdiği çileye nasıl dayansın. Piç Neytullah belki çölde değil, ancak çölün etkisini fazlasıyla hissettirdiği bir yerde yaşadı. Ayrıca Adonis’in bahsettiği yüzyılın da gerisinde. Yine de tarihteki en zalim hükümdarların yetiştiği dönemlerde bile bilge kişiler yaşadı. Yaşadıkları tarihin ve yerin özelliklerini bünyelerinde taşıyarak bilime her zaman sırtlarını dayamadılar belki ama Serap’a da inanmamayı seçtiler.

Piç Neytullah’ın yaşam öyküsünü yazmaya nasıl karar verdiğimi söyleyecek değilim, bununla ilgili bir önsöz bile yazdım, hem de önsöz yerine sunum’un daha fazla tercih edildiği bir dönemde, ama burada ona yer verecek değilim.

Yürüyemeyecek bir hâldeyim.

Ayakta durmakta zorlanıyorum.

Torunlarım kollarımdan tutarak, lavabonun önüne koyuyorlar.

Aynaya bakıyorum ve parlak bir yıldız görüyorum bazen.

O zaman, “Dünya ne olurdu bensiz?” diyorum.

Aynaya bakıyorum yine ve kocaman gözleriyle bana bakan cılız bir ceset görüyorum.

O zaman, “Dünyaya gelmeseydim ne olurdu?” diyorum.

“Hiç.”

Piç Neytullah toplumca hor görüldü, ayrıca iktidarın da sevebileceği bir kişilik değildi ve çok az kişi tarafından sevildi, üstelik kitlesi yok denecek kadar azdı. Bir yazman, bir düzeltmen olsam bile öyküsünün kaybolmasına, zamanın kuyusunda yok olmasına göz yumamazdım, en azından bunun için çabaladım. Yine de kimin “Hiç” olacağını kim bilebilir ki.

Not: Öncesinde oggito'da yayımlandı.