Artık hayatın seyirci tarafında değilim, fazlaca katılımcı olunca insan seyretmek için başka şeyler buluyormuş.

Kimi pencerenin önünde oturup mahallenin çetelesini tutarken kimi de suni seyre tutkunlaşıyormuş.

Sinema da bunlardan biri. Uzun zamandır seyretmek istediğim bir film vardı, Kum Fırtınası (Sand Storm), İsrail yapımı bir film. Güney İsrail’de iki Bedevi kadının, anne kızın hikayesini anlatıyor.

Bizim coğrafyamızdaki hikayelerden farklı değil.

En dikkatimi çeken şey düğünde gelinin makyajı ve aşırı süsü.

Kadınlar gündelik hayatlarında sıradan makyajsız bir yaşam sürseler de o düğün gibi aynı fabrikadan çıkmış, aynı abartık makyaj, aynı saç sekli ve birbirine benzeyen gelinliklerle yeni hayata adım atıyorlar.

Tüm hayaller tornadan çıkmış gibi aynı.

Çünkü erkek egemen dünyada neler yapıp yapamayacakları her şekilde belirlenmiş.

Bu filmin güzel yanı erkeğin de toplumda kıstırılmış alternatifsiz yanına parmak basılmış olması.

Baba dört kızından en büyüğüne araba kullanmayı öğretmiş. Normalde kızların araba kullanması yasak ama o trafiğin olmadığı yerde kızına kullandırıyor arabayı ve okulda başarılı olmasını istiyor.

Belki erkek çocuğu olmadığı hayallerinin bir dışa vurumu olarak ya da hayallerini gerçekleştirdiği projesi gibi davranıyor kızına. Onun gizli dünyası, özgür olduğu, toplum baskısından kurtulduğunu hissettiği alan.

Kızı bu özgürlükte büyüdüğü için diğer kadınlardan farklı bir düşünce yapısı geliştiriyor ve babasının erkek çocuğu olmadığı için annesinin üzerine aldığı annesinden çirkin kumayla düğününün sonrasında sevdiği çocuğu babasıyla tanıştırmak için eve çağırıyor.

Annesi kendi üzerine kuma gelmesini öfkeyle de olsa kabul ediyor çünkü bunun toplumun bir gelir geçeri olduğunun farkında.

Evdeki herkes babanın bu hareketini normal karşılıyor.

Adam yeni karısıyla paylaşıyor tüm parasını o yüzden çocukları ve ilk karısı sefil aç bir durumdalar ama kimse şikayet etmiyor.

Çünkü maddi durumu da belli.

Bu kadar realitenin içinde babasına güvenip erkek arkadaşını eve getiren kız çocuğu büyük hayal kırıklığına uğruyor çünkü babası rezil olduğunu düşünüyor ve derhal kendi seçtiği bir adamla evlenmesini istiyor.

Kızın annesi kocasına soruyor:

-Süleyman kararında emin misin?

-Mecburum, diyor.

-Öyle mi diyor, sen ne zaman mecbur hissetmediğin şeyleri yapacaksın?

-Şimdi başlama, hiç sırası değil diyor kocası

-Peki ne zaman sırası gelecek?

Mecbur hissettiği için evlenmiş Süleyman, sırf oğlu olsun diye.

Çok sevdiği kızı başka erkekle konuşup bir de onu eve getirdiği için hemen ertesi gün ona koca buluyor babası ve söz veriyorum diyor, çok huzurlu olacaksın.

-Bana güvenmiyor musun? diye soruyor kızına Süleyman.

-Hayır, diyor Leyla.

Sırf akıllı olduğu için, kendine kaçmayı layık görmediği için sevdiği adamdan vazgeçip babasının istediği adamla evleniyor.

Onların kültüründe güvey odasını damat süslüyor herhalde.

Babası da ikinci karısının odasını süslemişti. Rengarenk, aşırı süslü bir odaydı.

İlk karısı kocasının yeni yatağını kurmak üzere odaya girince etrafa ilgiyle bakmış, dışarda başka bir kadına, odayı bir görsen nasıl süslemiş, diye dert yanmıştı. Diğer kadın onun söyledikleriyle fazla ilgilenmeden, düğün hazırlıklarına devam etmişti.

Tüm kadınların sorunu aynı olunca, bir daha bir daha aynı şeyleri dinlemek de sıradanlaşıyor belki de.

Damat çocuklarının gözü önünde erkekler tarafından sırtına sırtına yumruklanıp gerdek odasına apar topar atılınca geline selamünaleyküm demişti. Yeni gelin de kırıtarak ona aleykümselam diye cevap vermişti.

Koca, “düğünü beğendin mi?” diye sorduğunda kadın yine memnun “evet” demişti.

Leyla, babasının bulduğu adamla gerdeğe girdiğinde, adam aleykümselam dedi.

Leyla cevap vermedi adamın selamına, bir süre sonra odanın duvarlarına mor hiç iyi olmamış dedi.

-Değiştiririm, dedi adam. Ne renk istersin, mavi, mavi iyidir.

-Hayır, dedi Leyla.

-Pembe, dedi adam, kırmızı...

Babasının gerdek gecesini de dışarda gizlendiği yerden seyreden Leyla’nın kardeşi hayır, diye seslendi eniştesine.

Leyla’nın ardından yetişen kardeşin, erkek dünyasına hayır diyen biri olacağını anladık biz de.

Annesi de tek sözle babasının evine gönderilmişti. Yine mecburiyetten çünkü babasına, erkek ol, kızına layık olduğu kocayı bul demişti.

Bunun cezası, baba evine gönderilmekti.

Leyla annesinin eve dönmesi karşılığı babasının istediği adamla evlendiği için şimdilik onların evinde asayiş berkemal oldu.

Bazen bu ülkenin en sefil yanlarını anlatan filmler romanlar ödül alıyor, yurt dışından yapım aşamasında destek alıyor diye kızıyor bazı insanlar.

Bu filmi seyrederken neden seyretmek istediğimi düşündüm. Bedevilerin hayatını öğrenmek isterim elbet. Bunun için bir belgesel de seyretmek isterim. Ama bir hikaye üzerinden öğreneceksem onların hayatını, bunun bir özelliğinin olmasını isterim.

O yüzden kanayan yaraya neden bakıyor demek yerine kanı durdurmak en akıllıca yol olsa gerek.

Bu filmle ben Bedevi kadınlarını ve erkeklerini gayet iyi anladım. O toplumdan o kurallardan burada da var.

Leyla ve Süleymanlar da çok.

İşte bazen böyle seyrederken kalkıyor dünyanın sınırları, oturduğun yerden kalben selam gönderiyorsun hiç tanımadığın insanlara.

DARK

Bu arada herkesin konuştuğu ama kimsenin seyredip de konuya tam hakim olamadığı Netflix dizisi Dark’ı da seyrettim.

10 bölümü bir uyanık bir uykulu bir günde bitirdim. Ne öğrendin derseniz, kafamda flue olan zamanda yolculuğu birazcık daha netleştirdim.

Bence dizinin senaristleri de bu konuda henüz net değiller o yüzden konu insanların zihninde netleşmiyor.

Bu bilgi bizim çağımızın bilgisi değil bizden sonraki çağın bilgisi, biz sadece bu bilginin farkındayız ama henüz kafamızda netleşmiş değil.

Henüz kapasitemiz bu bilgiyi öğütüp hayata geçiremiyor.

Biz dualiteyi biliyoruz. Zıtlıklar üzerinden ilerlemeyi.

Aydınlık ve karanlık, iyilik ve kötülük gibi.

Son zamanlarda öğrendiğimiz bilgiyse kara delikler, uzaydaki solucanlar.

Dark dizisinde zamanda yolculuktan bahsediliyor.

Ve aşağı ve yukarının dışında bir de merkezin olduğundan.

Karakterden biri olan rahip kılığındaki doğaüstü yaratık, büyük ihtimal şeytan.

Yeryüzündeki kendi torununa diyor ki, ışıklar ve gölgeler var.

Onlar gölge, gölge dediği insanlar zamanda yolculuk yapan ama deliği kapatıp bu yolculuğa son vermek isteyen insanlar.

Şeytan zaman makinasının dışında başka bir makina yapmaya çalışıyor ve onun amacı da yeni bir insan türü oluşturmak.

Nietzsche’nin Tanrı Öldü demesi gibi o da tanrının olmadığını söylüyor ve yeni bir düzen kurma peşinde.

Gölge diye küçümsediği insanları temsil ettiğine inandığı Jones’ı çocukluğunda ziyaret edip onunla yaradılış hakkında tartışıyor, çocuğun ona tanrıya inanmadığını, evrenin bir patlamayla oluştuğunu söylemesi de hoşuna gidiyor ama o kendi torununa ışık olduklarını ve gölgelerin boşuna çabalarını ispatlayacaklarını anlatıyor.

Neyse işte benim anladıklarım bu kadar.

Seyretmeden yazdıklarım ne işe yarar bilmiyorum ama canım paylaşmak istedi, yaptım işte.

Gölgenizi kaptırmayın efendim. Her daim ışık olun.

Güzel günlerde görüşelim ve görüşmelerimiz iyiliklere vesile olsun.