Sevgili okuyucu, çok rahatsız edici muhteşem bir film anlatmak üzere huzurunuzdayım.

Efendim adını duymuşsunuzdur Fransız yönetmen Gasper Noe’nin son filmi Climax’dan bahsetmek istiyorum.

Film vizyona dört ay önce falan girdi, o zamanlar bana filmin çok irite eden yanları olduğunu söylemişlerdi. Hatta git senin fikrini merak ediyoruz demişlerdi.

O dönem ruh halim müsait değildi o yüzden filme pek yüz vermemiştim.

Bugüne kısmetmiş seyretmek.

Filmin müziklerine, dansçıların ritmine hayran kaldım.

Derhal müzik ve bedenlerinin ahengi sizi hikayenin içine alıyor. Siz de o ruha bürünüyorsunuz.

Siz hikayenin içine müzik ve ritimle çekilmeden önce yönetmen kitaplarla çevrili bir fonda, televizyon ekranında dansçıları tanıtıyor.

Onlar kurgu icabı katıldıkları performansın kareografına kendilerinden bahsediyorlar.

Hiçbiri asla uyuşturucu kullanmadıklarını söylüyorlar.

Hele bir kız var, Berlin’de yaşıyorum diyor. Oradan kurtulmak istiyorum, çok fazla uyuşturucu var orada, diyor. Uyuşturucudan uzak durmak istiyorum.

Ama sonraki sahnelerde kızın gözüne LSD damlattığını görüyorsunuz.

Ömer diye bir çocuk var. Sigarası, içkisi yok. Tek kötü alışkanlığı aşık olması. Bir de cennete inanıyor. Neden cennete inanıyorsun diyor kareograf, çünkü var olmasını istiyorum diyor.

Abi kardeş tipler var. Bu dans olayının ortak zevkleri olduğunu, ilişkilerini geliştirdiğini söylüyorlar abi.

Fransızların zekasını seviyorum ama bir o kadar da faşist olduklarına inanıyorum.

Tüm filmlerinde her türlü milletten insan kullanıyorlar ama Yüzüklerin Efendisi filmindeki Gondor ırkı gibi kendileri üstün diğer ırktan olanlar ise büyücü Saruman’ın çamurdan yarattığı varlıklar gibi hissettiriyorlar seyredene. Başkaları öyle hissetmiyorsa da ben öyle hissediyorum.

Bir kere film festivalinde bir Fransız aşk filmi seyretmiştim.

İki gey arasında geçiyordu. Başrolde ünlü bir porno sanatçısı vardı.

Emek sinemasında en önde kocaman ekranda yaşlı geylerle yan yana iki erkeğin sevişmesini seyretmiştim hayatımda ilk defa.

Film bittiğinde gey olmadığını düşündüğüm yanımda oturan adam filmi nasıl bulduğumu sormuştu, bana taciz gibi gelmişti sorusu. En önde gelmişin tek başına filmi seyrediyorsun, söyle kadın ben erkeğe film nasıl, sende ne his uyandırdı?

Güzel demiştim, doğal her şeye saygım var. Burada doğal bir aşkın yaşandığını hissettim o yüzden sevdim.

Onun yanındaki yaşlı gey memnun kalmıştı bence söylediklerimden, yüzünden öğle anlamıştım.

O filmde bir Fransız vardır. Adam entelektüel her haltı biliyor, varoşlarda tüm geyler de onun evinden bilgisinden geçiyor. Ve kıskanç bir sevgilisi var.

Varoşlardaki insanlar Cezayirli falan tek okumuş üflemiş düzgün yerde oturan ise o Fransız.

İşte bu filmde de karakterlerin beyaz olanlarının dert edindikleri ya da psikolojik bozuklukları beyazca, mesela o kadar insanın arasında alfa bir erkek var. Kadının erkeğin hayran olduğu ve hatta sevişmek istediği. Beyaz bir erkek tabii.

Ensesti mesela öteki olan ırka yıkmışlar.

Neyse filmin başlama sahnesi süper.

Beyaz karların üzerinde bir kadın devinip duruyor. Devindikçe karların üzerinde izlerini bırakıyor, üzerinde siyah ve pembe giysiler var. Rengi bulaşıyor karlara. Sonra birden her yer beyaz oluyor. Kamera sanki sizi gökyüzünden alıp bir ağacın tepesine sonra da yerdeki karların üzerine bırakıyor.

Kafanız karışıyor; kadın ağaçların gerisinde karların içinde mi yoksa gökyüzünde beyaz bulutların arasında mı? Ve güzelim ağaçlar, görkemleri ve dallarıyla size yaşamın, doğanın ne şahane bir şey olduğunu hatırlatıyor.

Karakterler yani dansçılar kendilerini televizyon ekranında tanıttıktan sonra kırmızı bir zeminde, -tavandan onları görüyoruz- dans ediyorlar nefis bir müzik eşliğinde.

Ve bir yazı geçiyor diyor ki: “Var olmak geçici bir ilizyondur”.

Çok güzel bir dans performansından sonra köşelere çekilip kendi aralarında sohbet etmeye sonra tekrar müziğe karışıp dans etmeye başlıyor karakterler.

Bu sohbetlerde, onların ilişkileri, karakterleri hakkında bilgi ediniyoruz.

Bir erkek kız arkadaşına diyor ki onu çok seviyorum, sevdiğim kadın kelebeğim dediği birinden bebek bekliyor.

Düşünsene, sen ne yapardın sevdiğin başkasını çok sevse.

Filmin bir başka sekansında işte o sevilen hamile kız kendi yakın arkadaşına karnında bir bebek olduğunu ama babasını bilmediğini anlatıyor ağlayarak.

Kareografın da bir oğlu var. 4-5 yaşlarında. O da kendini anlatırken dans ederken bir köşede seviştim ve hamile kaldım sonra hatamı meziyete çevirdim, diyor.

Dansçılar onun gibi başarılı bir kadının bir de babasız çocuk bakmasını gıptayla anlatıyorlar birbirlerine.

Bir süre sonra her şey eğlenceli ve neşeliyken insanlar tuhaf hissetmeye başlıyorlar.

Bir tanesi diyor ki bu içtiğimiz meyveli içeceğin kaplarına ne kattınız.

Bu uyuşturucu olmalı, biri LSD katmış olmalı diye kendi aralarında bağrışıp, itişip, kakışıyorlar.

Ömer’e saldırıyor herkes, sen içmiyorsun, sen kattın içkimize uyuşturucuyu, diyorlar. Ve karlı havada Ömer’i dışarı atıyorlar. Ömer’i filmin sonunda soğuktan ölmüş, görüyoruz.

Herkes kokain arıyor, bu sanrılı halden kokain içerlerse çıkacaklarını düşünüyorlar.

Hamile kadın, kız arkadaşıyla dertleşirken bir dansçı gelip kokain istiyor. Yok, dışarı çık, konuşuyoruz, diyorlar.

Kız diyor ki sen neden içmedin, sen koydun içkimize uyuşturucuyu.

Diğer kız o hamile, diyor.

Suçlayan kız karnına tekme atıyor.

Yalancı, diyor.

Yardım çağırmak için kız arkadaşlarının arasına dönüyor, ambulans çağırın diyor. Hep birlikte kızın etrafını sarıp ona, bebeğini öldürmesini söylüyorlar. Kız kendini kesiyor, umursamıyorlar. En sonunda onu seven çocuk galiba onu aralarından çekip alıyor.

Bulundukları yer, dans ettikleri alanın dışında uzun koridorlar ve ucunda odaların olduğu labirenti andıran bir alan.

Burada dolanıp halden hale giriyor insanlar.

Adeta maymundan evrilmiş insandan post modern içlerindeki hayvana geçiş yapıyorlar.

Ortalığa işiyorlar, ortalık yerde sevişiyorlar.

Ağabey kız kardeşine tecavüz ediyor.

Kız kaçıp kurtulmak istiyor, ağabey ona aşkını ilan edip; dünyada bir tek onu sevdiğini, ondan başka kimsenin onu mutlu edemeyeceğini söylüyor.

Ortalık karıştığında, anne oğlunu bir odaya kapatıyor. Karanlık bir yer. Elektrik sigorta kutusu falan da orada. Çocuk da o meyve suyundan içmiş.

Sanrılar görüp sürekli çığlık atıyor. Anne karmaşadan ve insanlardan korumak için oğlunu saklarken onun belki de delirmesine sebep oluyor. Çocuğun üzerine kilitlediği kapının anahtarını da kaybediyor. Çocuk gördüğü halüsinasyonlar yüzünden çılgınlar gibi sürekli bağırıyor.

Anneler bazen korumak isterken öldürürler, ondan oluyor bu filmde de.

Yani filmin her yerinde hızlı bir dönüşüme tanık oluyoruz. Ancak o kadar yavaş bir şekilde oluyor ki bu zıt hale dönüş, yavaşlığı yüzünden insanı daha çok çarpıyor.

Hani sevdiğiniz biri size gülümserken çat diye bir tokat atar ya. Ne olduğunu şaşırırsınız, ondan.

Filmin sonunda diyor ki alt yazıda “Hayat müşterek bir imkansızlıktır”.

Yani boku yediysek, hepimizin payı var.

Senaryo 5 sayfadan oluşuyormuş gerisi doğaçlamaymış. Bir kızın dışında diğerleri internet üzerinden ya da dans kulüplerinden seçilmiş.

O muhteşem dans da 15 kere prova edilmiş.

Seyredin, hayatın sivri ve yumuşak yanlarını kendi deneyimlerinizle birlikte yeniden hatırlayın.

Biz yine de güzel günlerde görüşelim ve görüşmelerimiz iyiliklere vesile olsun.