Başbakan Yardımcısı Yalçın Akdoğan, Diyarbakır’ın Çınar ilçesindeki Emniyet Müdürlüğü’ne düzenlenen iki bebek, bir çocuk, beş sivil ve bir polisin öldüğü saldırıyla ilgili “örgüte söz söyleyemeyen sözde aydınlar utansınlar” demiş. Akdoğan’ın bu sözleri Cumhurbaşkanı, Başbakan ve diğer siyasî ve toplumsal kesimler tarafından da sürekli dillendiriliyor.

Hâttâ Cumhurbaşkanı daha da ileri gidip devleti muhatap alarak barış için bildiri yayınlayan akademisyenlere “aydın müsveddeleri”, “hain”, “kapkaranlık insanlar”, “zalim” diyerek kin ve nefret kusuyor. Ama bu da yetmiyor üniversite rektörlerine ve yargıya talimat veriyor, “gereği yapılsın” diye.

Gereği de yapılıyor. Bildiriye imza atan onlarca akademisyen, emre amade üniversite yönetimlerince ya uzaklaştırılıyor ya haklarında hem savcılık hem de disiplin soruşturması başlatılıyor, yurtdışı çıkış yasağı konuluyor, tehdit ediliyor ya da ülkücüler tarafından görev yaptıkları üniversitelerdeki odaları basılıyor, kapıları işaretleniyor, dekanlarca “tehlikeli” bulunarak itibarsızlaştırılıyor.

Tüm bunların yanında da evleri ve işyerleri basılarak gözaltına alınıyorlar. Bir “cadı avıdır” sürüyor.

Gözaltına alınan Atatürk Üniversitesi’nde öğretim görevlisi Ramazan Kurt’a savcılık sorgusunda “PKK’yı bir terör örgütü olarak görüyor musunuz?” diye saçma sorular soruluyor.

Bunlar da yetmiyor AKP’nin medyadaki bir numarası, Star yazarı tetikçi Cem Küçük tarafından “Medeni ölüm mekanizmaları kurulmalı. (…) Yani savcılar işe el atmadan üniversiteler hemen o akademisyenlerin iş akdini feshetmeli. O kişiler bir daha iş bulamamalı ve kariyerleri bitmelidenilerek insanların ekmeğiyle oynanıyor.

Devlete karşı gelmişlerdi ya bir kere, devlet ülkeyi onlara dar edecekti işte.

Oysa çocuklar ölmesin diye çağrı yapmışlardı; barış çağrısı! Gösterdikleri insanî bir duyarlılıktı.

Bildirinin yayınlanmasından sonra akademisyenlerin yaşadıkları biraz da Behice Boran, Pertev Naili Boratav, Niyazi Berkes gibi isimlerin 1940’ların sonunda akademiden uzaklaştırılmasına, Aydınlar Dilekçesi’nin mimarlarından Aziz Nesin’e Evren’in “Ne yapayım böyle aydını” demesine, 1965 seçimlerinde Türkiye İşçi Partisi’nden vekil seçilerek parlamentoya giren Çetin Altan’ın linç edilmesine, sıkıyönetimce pek çok akademisyenin uzaklaştırılması olayı olan 1402’liklere, Yaşar Kemal’in yıllarca mahkemelerde süründürülmesine benziyor.

Erdoğan şimdi nasıl akademisyenleri “hain” ilan ediyorsa onları, Adnan Menderes de “kara cübbeliler” demişti aydınlara. Aydın düşmanlığı ta o yıllardan geliyor.

Hem bunlardan hem de 80 darbesinde YÖK’ün kurulmasıyla akademinin zapturapt altına alınmasından dolayı; kendi kabuğuna çekilen veya devletle organik hâle gelmiş sorumsuz aydın tavrını kıran bir tutumdu akademisyenlerinki. Bu yüzden alışılmışın dışındaydı bildiri.

Akademisyenler sivil bir inisiyatif ile “sisteme” söz söylemeyi göze alabilmişlerdi. Bildiriye; çatışmaların olduğu, âdeta bir savaş hâlinin yaşandığı, bir ölüm ülkesi hâline geldiğimiz, ülkenin bir çocuk mezarlığı olduğu dönemde; siyasî otoriteye “başkaldırarak” imza atmışlardı.

Daha dün İmralı-Kandil hattında “çözüm” için devlet tarafından görüşmeler yapılırken, şimdi bildiri yayınlayan akademisyenler “diyalog olsun, müzakere koşulları hazırlansın” dedikleri için “hain” oldular.

“Bu suça ortak olmayacağız” başlığıyla yayınlanan bildiride sokağa çıkma yasaklarının kaldırılmasını, insan hakkı ihlâllerinin sorumlularının tespit edilerek cezalandırılmasını istemişler, insanların cenazelerinin polis araçları arkasına bağlanarak sürüklenmesinin kabul edilmez olduğunu (ki, Cizre’de bir baba da öldürülen oğlunun gözlerinin oyulduğunu söylüyor) ifade etmişlerdi.

Şöyle bir beyanda bulunmuşlardı: “Müzakere görüşmelerinde toplumun geniş kesimlerinden, bağımsız gözlemcilerin bulunmasını talep ediyor ve bu gözlemciler arasında gönüllü olarak yer almak istediğimizi beyan ediyoruz.”

Hükûmetle Erdoğan’ın ters düştüğü konu

Çözüm sürecinde hükûmet ile Cumhurbaşkanı arasında “krize” yol açan konuyu hatırlayalım. “Dolmabahçe mutabakatı” imzalandıktan sonra hükûmetin Cumhurbaşkanı ile ters düştüğü nokta; Erdoğan’ın başbakan olduğu ve “gerekirse baldıran zehri içeriz dediği” dönemde “analar ağlamasın diye” başlatılan “süreci anlatması için” hükûmet tarafından görevlendirilen Akil İnsanlar Heyeti’nden bir grupla “izleme heyeti” oluşturulması idi.

Cumhurbaşkanı, hiçbir zaman böyle bir heyete sıcak bakmadığını söylemiş, o dönem Başbakan Yardımcısı olan Bülent Arınç ise Erdoğan’ın her şeyden haberdar olduğunu belirterek rest gibi bir çıkış yapmıştı: “Erdoğan’ın sözlerini yorumlayacak, eksik fazla konuşacak durumda değiliz. Bunu nezaketsizlik olarak kabul ederim. İzleme Komitesi 5-6 kişi olacak denildi. Bunlar daha önce Akil Adamlar olarak görev yapmışlardı. TBMM’de geçen sene terörün sona erdirilmesi ismiyle kanun çıktı. Hükümetimiz bu kanunu uygulamak zorundadır. Çözüm süreci konusunda bugüne kadar atılan adımların bir noktası da İzleme Heyeti'nin oluşturulmasıdır. Hükümetimiz bunu uygun görmektedir. Kimin hangi görevleri yapacağı konusunda bir yol haritamız mevcuttur.”

“İzleme Komitesi 5-6 kişilik olacak denildi” sözlerinden anlamıştık ki, daha önce bu konu konuşulmuş ve çözümde hükûmetin “vazgeçemeyeceği” politikası hâline gelmiş. Ki, kısa bir sessizliğin ardından konuşan Başbakan Davutoğlu da şöyle demişti: “Hükümetimiz adına konuşuyorum, çözüm süreci ne olursa olsun başarıya ulaşacaktır. Kimse taktik manevralarla çözüm sürecini siyasete alet etmesin.”

7 Haziran seçimlerinin arifesinde başkanlık hayâliyle yanıp tutuşan Erdoğan’a karşı HDP’nin “Seni başkan yaptırmayacağız” muhalefeti ile “Türk tipi başkanlık sistemi”nin karşısında dik duruşuna koşut süreç devlet nezdinde “Kürt sorunu yoktur” denilerek sekteye uğratılmıştı. 7 Haziran’da Erdoğan’ın partisi tek başına iktidar olamamış, yani “bu iş huzur içinde çözülememiş”, PKK’nin de Suruç katliamını bahane ederek yeniden silahlı eylemlerine başlamasıyla bugüne gelen kanlı sürecin yolu açılmıştı.

Bırakın çözüm sürecinin yürütülmesini silah, operasyon, çatışma hiç eksik olmadı ama daha da vahimi bunlarla birlikte yine devlet, güvenlik güçleriyle bu kez “Esedullah Timleri” gibi ölüm makineleriyle 90’lardakine benzer olarak Kürt illerinde ölümlere mahal verdi.

Medya, Güneydoğu’da 90’larda yapılanları göstermemiş ve/veya gazete haberlerinde güvenlik güçlerince 13 kurşunla öldürülen 10 yaşındaki Uğur Kaymaz’ı terörist ilan etmişti. Şimdi de yine özellikle de yandaş medya, devletin insan hakkı ihlâllerine yol açmasını haklılaştırmaya çalışıyor. Bunu ayrımcılığı körükleyerek, kişileri hedef göstererek, nefret söylemini istikrarlı bir şekilde yürüterek, yangına benzinle giderek yapıyor. Bazı zamanlarda diğer ana akım yayın organlarını da bunun içine çekiyor. Öyle ya, her biri devletin yanında.  

Ancak her geçen gün toplumun yüreğinde yeni yaralar açılırken, belleğine belki de silinmeyecek izler düşerken, çözümden giderek uzaklaşılırken, toplumsal barışın kalbine kurşunlar, bombalar yağarken artık bir yerde durulması gerekmiyor mu?

Hiçbir devlet çıkarı ve hiçbir amaç silahı, ölümü haklı çıkaramaz.

Diyorlar ki neden hep devleti sorumlu tutuyor, örgüte söz söylemiyorsunuz. Hangi örgüt olursa olsun, onun hangi kanlı eylemi onaylanabilir ki? Bu kanlı eylemler lanetlenir, kınanır; bu zaten yapılıyor da ama yetmiyor işte.

Bebeklerin, çocukların öldüğü bu cehennemde taşın altına elimizi de koymak gerekiyor.

Muhatap evet, devlet. Çünkü devlet meşruiyetini hukuktan alır. Neyle mücadele ederse etsin, hukuk dışına çıkamaz, insan hakkı ihlâllerine yol açamaz. Hukuk dışına çıkarsa meşruiyeti tartışmalı hâle gelir.

Diğer yandan -eğer faydası olacaksa PKK’ye silahlı eylemlerini sonlandırsın diye çağrı da yapalım ama- çözüm yolunu açacak, yeniden müzakere masasının kurulmasını sağlayacak olan da devlettir. “Silahlı örgütle masaya oturulmaz, devlet boyun eğmez” diyenler olacaktır, özellikle de AKP’li ve milliyetçi-ulusalcı çevrelerden. Çözüm, diyalog önerenler yine “hain”, “terörist” ilan edilecektir ki ediliyor da.

Ama herkesin iyiliği, toplumsal barış için öyle ki diyalog süreci ne zaman başlarsa, çözüm masası ne kadar kısa zamanda kurulursa işte o zaman barış yolunda bir ilerleme kaydedilebilir. Çınar’daki polis çocuğunun da Cizre’deki vatandaş çocuğunun da kundaktaki bebeklerin de gençlerin de komşusundan evine dönen annelerin de ekmek almaya çıkan yaşlı adamların da ölümü “kader” olmaktan çıkar.

Ayrıca aylardır bir yandan “şehit” diğer yandan da “öldürülen terörist” haberleri ekranlarda, gazetelerde. Savaştan çıkar sağlayanlar dışında, biraz olsun vicdanı olan kim ister ki bu savaş hâlinin devam etmesini?

Hani hep işi “Ya devletin yanında olursunuz ya da teröristin ve terör örgütünün yanında olursunuz” diye çıkmaza sürüklüyorsunuz ya; bir kez daha ifade ediyoruz: Ne şiddetin, ne savaşın, ne operasyonun, ne çatışmanın, ne bombanın ne de ölümün… Biz yaşamın tarafındayız, insanlığın, vicdanın ve kardeşliğin.

Hani barış isteyen akademisyenleri ve eleştiren herkesi “Siyaset yapmak isteyenler parlamentoda siyasetlerini yapsınlar ama yok parlamentoda bunu yapamıyorlarsa bunlar da gitsinler hendek kazsınlar veya dağa çıksınlar” diyerek “ya sev ya da terk et” mealinde kovuyorsunuz ya; hiçbir yere gitmeden kalemimizle, yüreğimizle, bilincimizle, ölümü kader olarak gösterenlere karşı mücadele edeceğiz, yaşamı savunacağız.

Usta romancı Yaşar Kemal, bir gün barışın gerçekleşeceği umuduyla yıllarca şu çağrıyı yaptı:

“Ey Türk halkı, Kürt halkı, bu toprakların kültür zenginliği olan bütün halklar, sözüm hepinizedir. Yirmi yıldan fazladır bu ülkede herkesin onuruyla, barış içinde yaşaması için çağrıda bulundum. Bu çağrıları bu kitapta toplayarak bir kez daha sesleniyorum. Bu kardeş kavgasında, binlerce binlerce gencimizi toprağa verdik. Çok kötülük, zulüm oldu. Bu savaş bin yıllık kardeşliğin önünü kesti. Dostluk topraklarına öfke ve kin tohumları serpildi (…) Bugün bir umutsuzluk yeli ortalığı kasıp kavuruyor. Ben diyorum ki, kültür zenginliğini kurtarmak elimizde. Ülkemizin onurunu, ekmeğini, kültür zenginliğini kurtarmak elimizde. Ülkenin onuru dürüst bir demokratik düzenin kurulması için aklımızla, yüreğimizle el ele verelim. Bu bir çağrıdır. Sözüm sizedir.”

__

*Başlık Yaşar Kemal’in savaşın yıkıcılığını, mübadelenin hüznünü, yüzlerce binlerce yıldır beraber yaşayan halkların kardeşliklerini, kültürlerinin çeşitliliğini, güzelliğini ve uyumunu konu aldığı “Fırat Suyu Kan Akıyor Baksana” romanından alınmıştır.