On beş yaşındaydım, ölüm öyle dolaylı yoldan değil, direk gelip benim arkadaşımı bulmuştu.

İlk kez oluyordu.

Gündüz birlikte gülüp sohbet etmiştik, akşam haberi gelmişti.

Bir odaya yatırmışlardı, tabutun içindeydi. Karnına bıçak koymuşlardı. Herkes odaya girip yüzüne bakıyordu.

Ben bir türlü kapının eşiğinden geçememiştim.

Aklım istemişti o eşikten geçmeyi ama ayağım, aklımın komutunu bir türlü dinlememişti.

İşte ben, o eşikte ayaklarımla savaşırken, kolumdan tutan birisi, kulağıma sakın ağlama, yoksa seni sevgilisi sanırlar, demişti.

Kulağıma konuşan kadın haklıydı. Sonuçta o erkek, ben kadındım.

Abartmaya gerek yoktu.

İçeri girmedim.

Duygularımı da dışarıya kapatmaya özen gösterdim.

Lisedeydim, göğüs kanserinden haberim oldu.

El muayenesi yaparak, hastalıktan erken haberim olacağını öğrendim.

Tesadüf o ki göğsümde bir kütle buldum.

Sonunda süt bezesi olduğu anlaşıldı.

Annemin kardeşlerinden biri, konuyu fazla dillendirme, dedi.

Genç kızdım. Sonuçta bir gün evlenecektim. Bu kanser ihtimali kişisel hanemde kötü görünürdü.

Sıra dışı ve güzel kadınların olduğu bir belgesel seyrederken, geldi tüm bunlar aklıma.

Amerika’da feminizmin yol haritasını çizen kadınların bazılarıyla röportaj yapmışlar.

Belgeselin adı “Feministler: Onlar Ne Düşünüyordu?” Ya da orijinal adıyla “Feminists: What Were They Thinking”

1977’de bir sanat fotoğraf kitabından yola çıkılmış. Burada poz veren feminist kadınlardan bazıları kendi hikayelerini anlatıyorlar.

1967-1977 yılları arasında derlenmiş bir fotoğraf sergisi -ki feminist portlerinden oluşuyor. Ona da yer verilmiş belgeselde.

O dönemden şimdiki zamana değişim yolculuklarını anlatan kadınlar, elbette ki gözüme bilge kadınlar gibi gözüktüler.

Onların hikayelerini dinlemek, onlara bakmak, çok hoşuma gitti.

Takılarına baktım. Saçlarının şekline, giysilerine; hikayeleri zaten bende koşma isteği uyandırdı.

Hani enerji dolarsınız da koşup bir dünyayı turlayasınız gelir, işte ondan.

Her birinin hikayesinde ve görüntüsünde; bir yaşam mücadelesi, farkındalık ve aydınlanma var.

Bunun sebebi, kalabalığın arasından ayrılıp kendilerine bir yol çizmiş olmaları.

Hikayeleriyle fark yaratan kadınlardan bazıları, Judy Şikago, Lily Tomlin, Laurie Anderson, Jane Fonda, Michelle Phillips ve Sally Kirkland.

Kürtaj, ırkçılık, cinsel ayrımcılık, eşitlik konularında mücadele vermiş, yeni fikirler inşa etmek için çaba harcamış, bedel ödemiş, fark yaratmışlar.

Bir tek aralarında Jane Fonda biraz suni kalmış. Diğer kadınların arasında onun duruşu fazla tiyatraldı, gerçek değilmiş gibi geldi bana. Belki de kameralar karşısında hala farkında olmadan oynuyordur. Kendi kişiliği oyunculuğunun içinde yok olmuştur. Bilemedim. Sevmedim.

Genç kadınlar bugünü anlatırken o kadar rahatlardı ki sözgelimi ağızlarını bozmakta bile sakınca görmediler.

İşte onların samimiyetinde Jane Fonda, hikayesini anlatmasa da olurdu, dediğiniz cinstendi.

Seyretmenizi tavsiye ederim.

Elbet yazımı bir belgeselle sınırlı bırakmayacağım bir de film önerim var.

Endonezyalı yönetmen senarist Mouly Surya’nın üçüncü filmi olan “Katil Marlina”, feminist bir western olarak adlandırılmış bazı sinema eleştirilerinde.

Ben böyle adlandırmazdım ama bir kadın filmi olduğu kesin.

Masalsı bir yanı var çünkü erkeklerin karşısında şanslı bir kadın Marlina.

Cannes, Toronto festivallerinde gösterime girmiş, ayrıca ödüller de kazanmış bir film.

Marlina, yaşadığı Endonazya’nın Sumba Adasında, varlıklı kocasını kaybedip dul kalınca, bir gün evine yaşlı bir adam gelir. Sanki kocasının öldüğünü bilmiyormuş gibi kocasını sorar. Kadın önce kocasının öldüğünü söylemek istemez, bir yere gitti gelecek der ama adam içeri girer ona fikrini sormadan. Sonra evin orta yerine kurulup, dul kalan kadını anlıyormuş gibi onun durumu hakkında yorum yapar.

Şanslı kadınsın der, bu gece yalnız uyumayacaksın, yedi adamla birlikte olacaksın. Arkadaşlarım yolda. Yarım saatin var, şimdi mutfağa gir onlara yemek yap.

Marlina, bir güzel yutkunup, ne yemek istediklerini sorar adama. Çünkü sonuçta o erkek kendisi kadın, üstelik devamı da yolda.

Kadının görevi yemek yapmak, ya mutfakta olmalı ya da yatakta.

Çorba yapmak için mutfağa geçince Marlina, kapı yerine geçen perdeyi çeker ve hazırlıklara başlar.

Cadılar ve Büyücüler belgeselinin bir yerinde bahsi geçtiği gibi, “Kadınlar büyücüdür çünkü yemek yaparlar“ denilmişti, hatırlayacağınız gibi sevgili okuyucum.

Marlina da sessizce taş havanda bir şeyler dövmeye başlar. Sonra da onları ocakta pişen yemeğe karıştırır.

Yoldaki adamlar gelir o sırada. Kimi evlidir, kimi genç, bekar.

Hepsi toplanıp -bayramda danaya girer gibi- Marlina’nın evine gelip, kocasının mallarına el koymaya karar vermişlerdir.

Salonda oturup sanki kadın yokmuş gibi erkek ağzıyla, mahallenin kadınların dedikodusunu da yaparlar.

O kadar rahatlardır ki seyrederken insanın, filmi kapatıp “siktirin gidin lan” diyerek başka bir şeyle ilgilenesi geliyor.

Benim filme odaklanıp, kalma sebebim, Marlina’nın “bir şey biliyorum” sakinliği idi.

Bekledim, sabırla neler olacağını.

Önce sofrada oturan dört adam, çorbadan bir kaşık aldıkları gibi hop oturdukları yere devrildiler.

İlk gelen yaşlı adam, babasının doğduğu yatakmış gibi kadının içerideki yatağında uyuyordu. Kadın ona da bir tas tavuk çorbası götürdü. Yatağın kenarına oturup adama çorban hazır, dedi.

Adam, aniden kadının eline dokununca panikleyip kucağındaki tepsiyi düşürdü.

Tekrar yenisini getirmek istedi ama adam önce onunla sevişmekte kararlıydı.

Film zaten adamların embesillikleri üzerine kurulu olduğu için senarist kadın seyirciye merhamet edip adamın kadına tecavüz sahnesini göstermiyor.

Sadece seslerden anlıyoruz kötü bir şeyler olduğunu.

Son gördüğümüz sahnede ise Marlina, uzanmış adamın kucağında otururken, elleri arkada adamın kılıcını kınından çekip, zevkten zihni uyuşmuş adamın kafasını koparıyor.

Sonra o kafayı, bir fileye koyup karakola gitmek üzere yola düşüyor.

Evdeki adamlardan ikisi zengin kocanın mallarını satmak için gece evden ayrılmıştı.

10 inek, 7 keçi, 8 tavuk, bir de kadın. İyi sermaye.

Her neyse adamlar sabah eve gelip ortalığın halini görünce pek bir fena oldular, mideleri bulandı, kustular falan.

Ve intikam almaya karar verdiler. Kesik başı getirip gövdeyle birleştirmek de amaçları arasındaydı. Bir de suçlarının karakola ulaşmasını istemedikleri için kadının peşine düştüler elbet.

Marlina otobüs beklerken arkadaşına rastlıyor. O da kocasını bulmak için yola çıkmış. Kadın 10 aylık hamile, bir türlü doğuramadığı için kocası evi terk etmiş.

Kayınvalide oğluna diyor ki, senin bu karın kesin seni aldatıyor. Çünkü bu çocuk doğmuyor. Öyle olurmuş. Çocuk anne karnında ters dönerse, çocuk çıkmazmış. Bir de kocası üç aydır onun yüzüne bakmıyormuş. Adam korkuyormuş hamile karısı ile sevişmekten. Oysa hamile kadınlar azgın olurmuş.

Arkadaşı biraz da imalı, kırgın çocuğu olmadığını, kocasının öldüğünü ve hatta taze tecavüze uğradığını hatırlatıyor komşusuna. O da özür diliyor, arkadaşından.

Kadın, arkadaşının tecavüze uğradığını, elinde adam kafası yolculuğunu hiç yadırgamıyor.

Kocasının yanına gidiyor. Adam niye geldin diye azarlıyor, karısını. Çocuk çıkmıyor ya.

Kadını hırpalıyor. Yüzüne tokat atıyor. Annem söyledi, beni aldatıyorsun, diyor. Kadın onu aptal olmakla suçluyor. Kuvvetli bir tokatla yere düşürüyor kocası kadını. Ve başına dikilip, hadi o zaman diyor, çıkar çocuğu, çıkarsana!

Senaryosunu ve yönetmenliğini genç bir kadının yaptığı bu filmde, erkekler aptal, kaba ve kuş beyinliler. Onları yetiştiren kadınlar da aptal. Yani yaşlılar.

Ve kuş beyinlilerin aptallığına maruz kalan kadınlara mecburen sabır ve zeka düşmüş.

Hayat böyledir.

Bir kapsayan vardır bir de kapsanan.

Şeylerin, eril ve dişil yanlarının olması gibi…

Evrenin, tohum atmak ve döllenmek üzere yaratılmış, bir çukur olması gibi…

Güzel günlerde görüşelim ve görüşmelerimiz iyiliklere vesile olsun.