Bundan evvelki yazılarımızın ilkinde felsefeyi merak ve şüphe kavramları ile anlatmaya çalışmış, son yazımızda da felsefenin nasıl tanımlanması ve anlaşılması gerektiği üzerinde durmuştuk. Bu yazımızda ise felsefenin bilgelikle ilintisi, hayatımızdaki yeri ve yaşamımızı nasıl anlamlandırdığı, etkilediği ve değer kattığı üzerinde duracağız.

Felsefenin doğuşunda merak ve şüphenin çok önemli bir rol oynadığını dile getiren antik Yunan düşüncesi felsefeyi Grekçe philosophia sözcüğüyle karşılaştırmıştır. Gerçekten de philosophia sözcüğü, sevmek anlamına gelen ''phileo'' fiiliyle bilgelik anlamına gelen ''sophia'' sözcüklerinden türetilmiş olup bilgelik sevgisi veya hikmet arayışı anlamını taşır. Bilgelik kesinlikle çok fazla bir şey bilme, çeşitli kaynaklardan ansiklopedik bilgiler veya gözlem yoluyla çok sayıda deneyim biriktirme, (hani derler ya, ''adam o kadar şey biliyor ki, maşallah malumatfuruş'') anlamına gelmez. Bilgelik, belli bir zihinsel olgunluğa sahip olma, sorgulayıcı bir tutumla sahip olunan bilgileri anlamlı ve ilkeli bir hayat doğrultusunda sağlıklı olarak kullanma, hayatı iyi okuyup doğru ve anlamlı bir şekilde yorumlamaktır. Bu tanıma göre bilgelik sadece bir yaşama sanatı, uygun veya doğru eylemde bulunmak, aşırılıktan ya da ölçüsüzlükten sakınmak, felaketleri metanetle karşılamaktan ibaret olan bir ahlak kavrayışı veya moral duruş değildir. Bilgelik, aynı zamanda ve çok daha önemlisi, belli bir entelektüel tutum, olup bitenlerin nedenlerine dair sağlam bir kavrayış, varlığın yapısına ve hayatın anlamına dair derinlikli bir vizyon, eylemlerin ilkeleri ve nihai amaçlarla ilgili kuşatıcı bir düşünüm anlamına gelir.

Felsefe dünyayı, hayatı ve toplumu sadece anlamaya çalışmaz, fakat bir yandan da bütün bunları daha anlamlı kılmaya ve derinlikli bir şekilde açıklamaya çalışır. Bu manada algısal görünüşlerin ötesine geçerek kalıcı gerçekliğe erişmek, gerçekliğin doğasını kavramak ise elbette var olanlara ilişkin olarak bir açıklama getirebilmektir. Böylece tek tek her şeyin ne için olduğunu bilmek, yani amaçların bilgisine sahip olmak manasına gelir. Bu açıdan bakıldığında, insanı hakikate nüfuz etmek veya insanın gerçek doğasını kavramak, yani insanı insan yapan şeyin ne olduğunu, onun hangi ideale yönelmiş bulunduğunu veya daha doğrusu yönelmesi gerektiğini bilmek demektir.

Bu durumla ilgili en doğru ve açıklayıcı bilgiyi bize hocası Sokrates'i anlatan Platon verir. Sokrates, felsefi sorgulamalarından rahatsız oldukları için kendisini bir şekilde susturmak isteyen dönemin iktidarı tarafından temelsiz suçlamalarıyla mahkemeye verilmiştir. Sokrates, savunmasıyla kendisinin filozof olarak ilahi bir misyonla, toplumu ve yurttaşlarını değer vermemeleri gereken şeylere değer verdikleri, değer verilmesi gerek şeylere de değer vermedikleri için eleştiren bir at sineği olma misyonu ile yüklenmiş olduğunu dile getirir. Kendisine verilmesi muhtemel idam cezasından kurtulması olasılığı fazlası ile mümkün iken hayatını bir bütün olarak tekzip etmemek adına ölüm cezasını bir anlamda kabul etmek zorunda hisseder. Hapishanede idam cezasının infaz edilmesini beklerken kendisini kaçırmak isteyen dostlarının teklifini, Yunan yasalarıyla yaptığı anlaşmaya ve yurttaşlık yükümlülüklerine sadık kalmak adına reddeder. İşte Platon bu noktada kendisinden önceki doğa filozoflarının, insani gerçekliğe ve insanın amaçlarına ilişkin olarak bilgiden bihaber olmaları nedeniyle, gerçek bir bilgelikten yoksun kaldıklarını söyler. Onlar Sokrates'in hapishaneden neden kaçmadığını hiçbir zaman açıklayamazlar ve bu tip filozoflara göre tek açıklama türü maddi açıklama olup, onlar Sokrates'in hapishanede olmasını filozofun fiziki yapısı ile açıklarlar. Oysa Sokrates'in eylemini anlamak için, bu filozofların onun maddi varlığını değil de, ideallerini veya amaçlarını hesaba katmaları gerekir. Kısacası bu örnekten hareket edildiğinde, felsefenin, sadece neyin gerçek olduğunu değil fakat bir yandan da hangi açıklamanın temele alınacağını, yani dünyanın esas itibariyle hangi yönlerinin gerçek ve kalıcı olduğunu kavramaya yönelik olduğunu çıkarabiliriz.

Felsefe, anlamlı kılmaya ve açıklamaya dönük bu yönünü, elbette insanın varlık yapısı, yani antropolojik özellikleriyle açıklar. Buna göre insanı diğer canlılardan ayıran önemli bir özellik, onun sadece hayatta kalmaya çalışan ve neslini devam ettiren salt bir doğal varlık olmayıp içinde yaşadığı dünyayı veya çevresini anlamlı kılmaya ve açıklamaya kalkışmasıdır. Örneğin bir hayvan karşı cinsine sadece doğal yapısının ve ihtiyacının doğal sonucu olarak ilgi duyup onu kendisiyle çiftleşmeye zorlar. Oysa insan karşı cinse olan bu yönelimini, doğal bir boyuttan çıkartarak manevi bir boyuta taşımakla, söz konusu ilişkiyi sevgiyle bezemekle kalmaz, bütünüyle anlamlı hale getirir. Yine bir köpek, at ya da kedi kendisine sunulanları veya çevresinde bulduklarını doğal bir biçimde tüketerek beslenme işlevini yerine getirip yaşamını sürdürür. Bunu kuşkusuz, insan da yapar. Ama insan bu faaliyeti yapmakla yetinmeyip, beslenme ve sindirim fonksiyonlarının canlılarda nasıl gerçekleştiğini sorgular ve devamında bu fonksiyonlarla ilgili olarak anlamlı açıklamalar geliştirir.

Hiç tartışmasız hayvanlar da yakınlarındaki veya çevrelerindeki diğer canlıların ölümüne tanık olurlar. Fakat hayvanlar buna hiçbir şekilde anlam veremezler. Oysa insan, ölüme tanıklık etmekle kalmaz, sonlu ve sınırlı varlığın bilincine varan yegane varlık olarak, kendisine kaygı veren bu durumu zihninde tasarlayıp ölümün anlamını sorgular. Hatta sadece ölüme değil, ölüm olgusu üzerinden, hayatına da bir anlam yükleme durumuna gelir.

Sonuçta bu açıklamalara göre insan, karşılaştığı tek tek olguları anlamlı kılan, onlara bir açıklama getirebilen ve hayatını sorgulama becerisini gösterebilen bir varlıktır. İnsanın bunu yapabilmesini, tüm canlılar içinde sadece kendisine özgü olan (deyim yerindeyse) bu başarıyı hayata geçirebilmesini mümkün kılan cevher ise hiç şüphesiz onun hayvan gibi, sadece maddi bir varlık olmayıp, aynı zamanda manevi bir varlık olması olgusudur. İnsanın bu ruhsal boyutu, farklı şekillerde kendini gösterir. İnsan ruhsal boyutu sayesinde aklıyla olduğu kadar duygularıyla da kendisini gerçekleştirir. İşte bu durum, insanın varlığa tek bir biçimde değil de, farklı şekillerde anlam yükleyebilmesini, yaşadığı dünyayı ve kendisini bir bütün olarak çevreleyen evreni farklı perspektiflerden açıklayabilmesini olanaklı kılar. Kısacası, dünyanın ve tüm evrenin açıklanması ve daha anlaşılır, daha anlamlı kılınması, insanın çok boyutlu yapısı veya farklı katmanlara ayrılmış manevi gerçekliği sayesinde, dört eksen üzerinden gerçekleşir. Bunlar, bilim, din, sanat ve felsefedir.

Bundan sonraki felsefe içerikli yazımızda, insanın hayatı anlamlandırması sürecinde bilim, din, sanat ve felsefenin birbirleriyle olan ilintileri ve çelişkileri üzerinde duracağız.