Felsefe denince ilk akla kişi hiç kuşkusuz Sokrates'tir (M.Ö.469-399). Sokrates felsefeyi bir eleştiri ve sorgulama, karşılıklı bir tartışma faaliyeti olarak anlaşılması gerektiğini belirtir. ''Sorgulanmayan hayat boşa geçen bir ömürdür'' sözü yine Sokrates'e aittir. Sokrates'in bu sözü, insanı diğer canlılardan ayıran en önemli ve hatta belirleyici özelliğinin, onun etrafını çevreleyen tüm yaşam koşullarını merak ve şüphe ederek sorgulama yetisine sahip olduğu gerçeğini bize öğretmiştir.

Bu yazımızda felsefenin tanımından ziyade onun merak ve şüphe ile ilintisi üzerinde duracağız.

Ünlü Yunan filozofu Aristoteles (M.Ö 384- 322), felsefenin antik Yunan'daki doğuşunda ilk felsefeci veya filozofların duydukları merak ve hayretin çok belirleyici bir rol oynadığın söyler. Nitekim Batı felsefesinin ilk filozofu olarak kabul edilen Thales (M.Ö.624-546) dünyanın neredeyse kusursuz düzeni, mevsimlerin birbirlerini kusursuzca izleyişi karşısında hayrete düşmüştü. O, gökyüzündeki güneş, ay ve yıldızların muhteşem görünüm ve dizilişi karşısında adeta dehşete kapılmıştı. Bu olağanüstü düzenin kaynağını, gökyüzündeki dev nesneler arasındaki ilişkiyi, var olanların nereden gelip nereye gittiklerini merak ediyordu. İşte felsefeyi ve bilimi yaratan onun bu merakıydı. Gerçekten de insan merak eden ve diğer canlı türlerinden farklı olarak doğadaki olup biten hemen her şeyi hayretle karşılayan bir varlıktır. İnsanın bu muhteşem özelliğini en iyi ifade edenlerden biri de İngiliz filozofu Thomas Hobbes'tir (1588- 1670). Hobbes, ''gördüğü olayların sebeplerini araştırmak insanın doğasına özgüdür. Bazıları daha çok araştırır, bazıları daha az ama herkes kendi iyi veya kötü kaderinin sebeplerini araştıracak kadar meraklıdır'' diyordu.

Felsefeyle uğraşabilmek, felsefeci olabilmek için en çok ihtiyaç duyulan şey, işte bu merak ve hayret etme yeteneğidir. Bu yetenek aslında bütün çocuklarda, özellikle küçük çocuklarda vardır. Hepimiz çocukların ''Yalan söylemek neden yanlıştır?'', ''İnsanlar ölünce nereye giderler?'', gibi sorularına muhatap oluruz. Hele hele biraz daha gelişen ve büyüyen çocuklar ''Eğer özgür bir ülkede yaşıyorsam, yapmak istediğim her şeyi neden yapamıyorum?''  türünden yanıtlanması kolay olmayan soruları sormadan yapamadıklarını bilmeyenimiz yok gibidir. Fakat çocukların ve gençlerin büyük bir kısmı sonraki yaşlarında zamanla hayret ve meraklarını yitirirler; alışkanlıklarına teslim olurlar. Gerçekten de felsefi sorular bütün insanları çok yakından ilgilendirmekle birlikte, herkes felsefeci olamaz ya da herkes felsefi sorularla ilgilenmez. İnsanlar günlük hayata çok farklı nedenlerle öylesine sıkı bir şekilde bağlanırlar ki, hayata ve dünyaya hayret etme duygularını bastırırlar. Felsefeciler gibi çocuklar için de dünya ve onun üzerinde olup biten her şey yenidir. Bu yüzden her şey, onların merak ve şaşkınlığına, hayretine konu olur. Oysa yetişkinlerin pek çoğu dünyadaki olup bitenleri olağan bir şey olarak görür. Onlar, şaşırtıcı görünümler sergileyen hayatı olduğu gibi benimserler, kalabalığın bir parçası haline gelip alışkanlıklarının etkisiyle herkesin yaşadığı gibi ve sorgulamadan yaşarlar.

Gerçekten de çoğumuz hayatımızın bir noktasında, felsefi düşünmekten uzak olarak felsefi soruları unuturuz. Bunun en önemli nedenleri arasında sayabileceğimiz şey, şüphe etmekten vazgeçmemiz, çeşitli konulardaki sorulara verdiğimiz dogmatik yanıtlarla yetinmemizdir. Şüphe, bize sunulan açıklamayla yetinmeme, var olan şeylerin olduklarından başka türlü olabileceklerini düşünme eğilimi olarak ortaya çıkar. O, merak ve hayret duygusunun tamamlayıcısı olan önemli bir etkendir. Şüphe, felsefi sorgulamayı harekete geçiren en temel güç ya da etkenlerden biridir. Şüphe eden insan, gerçekliğin göründüğü gibi olmayabileceğini, görünüşün gerisinde farklı nedenler olabileceğini düşünen ve dolayısıyla algısal görünüşlerin ötesine geçebilen insandır.

Bununla beraber şüphe ederek ve sorgulayarak yaşamak her zaman ve herkes için kolay olmaz. Bu yüzden insanların büyük bir çoğunluğu hayatın kendilerine sunduğu iki alternatiften biri olarak şüphe yerine ''rahat'' bir yaşamı seçerler. Şüphenin ve sorgulamanın riskinden, zaman zaman kaygıya yol açabilen yapısından kaçan insanlar, çoğu zaman alışkanlıklarına bel bağlarlar, onların esiri olurlar. Alışkanlıklarının etkisiyle davranan veya şüphe etmeden yaşayanlar, genellikle bireyselliklerini unutarak, aidiyet duygusuyla içinde bulundukları cemaat veya benzeri toplulukların kolektif kimliklerine bağlanırlar. Herkesin yaptığı gibi yaparak, yaşadığı gibi yaşayarak, dogmatik kalıpların cenderesine sıkışmış bir biçimde sıradan bir hayat sürdürürler...