Hayatın her alanında olduğu gibi özellikle eğitim alanında dibe doğru çöküşün yaşandığı ülkemizde dinin, dini düşünüş ve ifadenin çok daha fazla terennüm edildiği inkar edilemez bir gerçek. Özellikle her cümlelerinde inşallah, maşallah sözcüklerini eksik etmeyen siyasetçilerimizi dinlediğimizde din ve bilim için bu yazıyı yazma gereğini duydum.
Dinlerin ortaya çıkış ve gelişim tarihine baktığımızda dinin bilimleri de kapsadığını iddia ederek aşırı bir bağnazlıkla bilimlerin bağımsızlığına düşman olan tefsirciler ve teologlar (Tanrıbilimciler) vardır. Acaba dinler, bilimlerin çözmüş oldukları ya da çözme gayretinde oldukları problemleri kendi başlarına ve çabalarıyla açıklama yetenek ve gücüne sahip midirler ?
Gerçek olan şudur ki, hiçbir din ve türevleri olan mezhepler, bilimsel problemleri çözme amacını gütmez ve böyle bir yetki ve güce de sahip değildir. Ancak insanlığın yaşadığı bu çağda bile dinlerin, bilimsel problemleri çözme iddiasında bulunanlara rastlandığı yadsınamaz bir gerçektir. Bunlara en hafif deyimle şarlatan denir. Zira dinler, içinde bulundukları toplumun genel seviye, ihtiyaç ve ahlaksal durumlarına hitap ederler. Ancak çağımız insanının anlayıp bulabileceği bir gerçeği, örneğin VIII. yüzyıl ortaçağ insanından beklemek, onu, bu çağda yaşayan insanlara bildirmek ve kabul ettirmek, hem imkansız hem de gereksizdir. Hiçbir bilgi ve kurum, kendilerini hazırlamış olan eski bilgi ve kurumların yaratmış olduğu seviyeden büsbütün bağımsız olarak meydana gelmez. Dinbilirlerinin (teologlar) de birer insan olduklarını , bunların görevlerini yapabilmek için, mensup oldukları kavimlere nazaran belirli ve üstün yetenekte kimseler olduklarını kabul etmemeye hiçbir neden yoktur. Her toplumda, kendi çağlarının üstünde birtakım seçkin bilim ve sanat insanları olduğu gibi, din insanları da vardır. Bunlar, bu seçkinlikleri yüzünden, çevresindeki insanlar gibi düşünmedikleri için çeşitli tepkilerle karşılaşmışlardır.
Devam edersek peygamberler, kendi çağlarını aşan büyük ahlakçılardır. Bunları, bilgin ve filozoflardan ayıran en önemli farklardan biri de, bu sonuncuların düşündükleri kuramlarla buldukları gerçeklere, Tanrı'yı karıştırmayarak, bunların sadece doğanın özellikleri ve kendi çabalarının eserleri olduğunu açıkça söyleyebilmeleridir. Dinbilirlerinin ise, (kendilerince) bildirdikleri dogmaları, Tanrı'nın kendilerine vahyetmiş (bildirmiş) olduğunu iddia etmeleridir. Psikolojik yönden çok ciddi bir problem teşkil etmesi ile beraber, bu türlü iddialar, mistik ruhların doğal bir karakteridir. Çünkü, genel olarak her çeşidinden büyük mistikler, birtakım zihinsel sözleri işitir ya da bu sözleri çok sık tekrarlayarak konuşurlar. Bunlar, ateşli bir imanın veya korkunun ürünü olan içten konuşmalardır. İçsel ya da dışsal duyuların aracılığı olmaksızın, doğrudan doğruya işitildiği iddia edilen sözlerdir. Bu durumda olan mistik insan, Tanrı'nın daima kendisini koruyup gözettiğini ve savunmaya hazır oluşu inancının hazzı içindedir. Bu haz ve güven içindeyken, Tanrı'nın onunla sessiz olarak konuştuğuna inanan mistik, Tanrı'nın sesini, kendi ruhunun esenliği içinde özel bir ahenkle duymaya başlar. Bu sözleri sadece kendileri anlar, yani ancak Tanrı'nın özel bir lütfuna erişenlerin, bunları işitip anlayabileceklerini zannederler. Bu zihinsel sözlere, bu ruhsal sözlere bazen birtakım sanrılar (halüsinasyon) da karışır.
İnsan zekası, bilimlerin mucizelerini yaratma seviyesine yükseldikçe, mistik mucizeler de iflas etmektedir. Evrenin genel oluşum süreci ile insan zekasının oluşumu, paralel bir çizgi üzerinde ilerliyor gibidir. Esasen peygamberli ya da peygambersiz tüm dinler, ancak bireysel ve sosyal hayatı düzenlemek isteyen ve bunları kendini kabul ettirmek için görünmeyen kuvvetlerin baskısına başvuran, bu nedenle de kolektif olmaktan kurtulamamış bir örgüt taslağının düşünce, inanç ve planlarıdır. Fakat herhangi bir din, bir kez halk arasına yayıldıktan sonra, kendi mistik sınırlarını bile aşarak var olan tüm laik kurumları da emri altına almaya başlar. (Ülkemizde özellikle son yirmi yılda olduğu gibi). Dinin veya dini düşünüş biçimin tüm uğraşlarına karşın, tek başaramadığı konu, bilimin açıklamayı başarabildiği gerçeklerdir. Esasen pozitif bilimin ne olduğu bilinmeyen bir dönem ve toplumda, dinden bu ödevi beklemek, onu yıkmaya hazırlık yapmak demektir. Tarihle ilgilenen herkes bilir ki, kutsal metinlerde nüvelerini gördüğümüz bazı bilimsel gibi görünen bilgiler, o dinlerin parladığı dönemlerde, halk arasında pek yaygın olmasalar bile, az çok düşünen, sorgulayan insanların gördükleri, işittikleri gerçeklerin tezahürleridir. Mistik 'dehanın' sezgileri ise, bu tür bilgileri kanıtlamaktan çok, dinsel amaçları kuvvetlendirme aracı yapmaktan ileri gitmez.
Bilimsel gerçekleri, ayetlerle, hadislerle kanıtlamaya çalışmak, bunları tefsir ve çeviri yoluyla açıklamaya yönelmek, dini, 'kutsal amaçları' dışına çıkarmak için zorlamak demektir. Bir ayet, bilimsel bir gerçeği kanıtlamaya çalışıyorsa, o artık ayet değil, bilimdir. Aynı şekilde eğer bilim, bir ayetin 'gerçekliğini' kendi yöntemleriyle kanıtlama gayretine düşmüşse o artık bilim değil, dindir. Bu itibarla bunları, kendi özel alanlarında ve kendi niteliklerine uygun yöntem, anlayış ve kurallar içinde, rollerini yapmaya terk etmek her ikisi için de faydalıdır. Ancak din insanı rolündeki tefsirciler ve Tanrıbilimciler, bunların bilime de uygunluğunu ve daha ileri giderek bu örneklerin bilime ışık tuttuklarını, ilerde bulunacak tüm bilimsel gerçeklerin, keşif ve icatların da kutsal kitaplarda var olduklarını ileri sürecek kadar gülünç iddialara kalkışmak suretiyle adeta sapıtırlar .
Din konusunu felsefi açıdan özetle irdeleyecek olursak; din bir şeyi anlama, bir bilgi edinmenin ötesinde bir şeydir. Bir şeyi anlamak değil, onu bilgisizce ve anlamaksızın tartışmasız kabullenmedir. Bilmeyi değil, imanı, adanmayı ve tapınmayı vurgular. Din, insanların yaşamlarında ne yapıp ne yapmayacaklarını akıl ve bilim yoluyla değil, kutsal kitap ve peygamberin söz ve tutumlarıyla belirler, onların gücüyle onları toplumda egemen kılar. Bu yönüyle din işlevci ve davranışçıdır, yani din kişinin içinde gözlenebilir, ölçülebilir davranış ve eylemlerini kişinin özgür iradesine bırakmadan toplumsal değer yargılarını düzenleyerek sosyal yapı sistemi oluşturmakla meşguldür. Dinler insanların, dinin öğretilerini kabul etmeleri, fikir yapılarını ve yaşamlarını bunlara uygun şekilde oluşturmaları için bağlayıcı ve zorlayıcı yaptırımlar getirmişlerdir. Bütün dinler insanların düşünlerine değil, duygularına hitap ederler. Eğitim gibi zahmetli ve uzun vadeye tahammülleri olmadığından kısa vadede hedeflerine ulaşmayı amaçladıklarından insanların kar ve zarar duygularına hitap ederler. İşte bu yüzden de dinsel bilgi, anlama ve algılama güçlüğü çeken, düşünme yapmayan eğitimsiz insanlar tarafından çok itibar görür. Dinsel bilgi, gerçeğin bilgisi değildir. İnsanın hayal, tahayyül, duygular ve sistemsiz aklı ile spekülatif olarak ürettiği bilgidir. Bu manada dinsel düşünüşün en önemli özelliği, sorgulama yapan felsefe olmak değil, dini savunmak amacıyla yapılan düşünme olmasıdır.
Kısaca diyebiliriz ki, dinler insanların bu dünyadan çok 'öteki dünyada' mutlu olabilmeleri için, bu dünyada birbirlerine zarar vermeyen erdemli bir ömür geçirmelerini iddia etse de, gerçekte dinbilirlerin mistik hayal gücünün uydurmalarıyla zekaları körleştirdiklerini fark etmezler. Bilim insanları ise ulus, din, mezhep, ırk, renk ve cins farkı gözetmeksizin, tüm insanları, buluşlarının nimetlerinden ayrımsız yararlandırırlar.
Yazımızı Voltaire (1694-1778)'in bir papaza filozofu nasıl tanımladığı ile bitirelim:
''Filozof, sizin kendinize benzeterek ahmaklaştırmak istediğiniz insanları tatlı tatlı aydınlatan kişidir.''