Aslı Latince olan laik (laique) sözcüğü, tinsel sınıftan olmayan demektir. Laiklik, günümüzde genel manada, din işleri ile dünya işlerinin birbirinden ayrılmasını sağlayan bir ilke ya da sistem anlamına gelmektedir. Demokrasi ile yönetildiklerini iddia eden tüm ülkelerin anayasaları bu ilkeyi kabul etmiştir. Hemen belirtelim ki bu sözcük asla dinsizlik anlamında kullanılmamıştır, kullanılması da akla ve bilime aykırıdır.

Devlet ve din işleri birbirinden ayrıdır diyoruz. Bu neden böyledir? Çünkü, bu iki büyük kurumun amaçları, yapıları, dokuları, konuları ve tarihsel evrimleri, birbiriyle uzlaştırılmasına olanak bulunmayan özelliklere sahiptir. Bilindiği gibi dinler, mistik hayal gücünün yaratmış olduğu geniş bir sosyal kurumdur. Bu kurumun, en ilkel toplumlardan çağdaş toplumlara kadar gelen türlü devlet şekilleri içinde insanların yalnız vicdanlarına değil, düşünce ve eylemlerine de derinden dokunmuş olduğu görülmektedir. Fakat buna rağmen insanın bilgi ve zekası, dinin çizmiş olduğu plan ve dogmaları hemen her çağda aşacak denli genişlemiştir. Nüfus yoğunluğu, çeşitli dinlere bağlı olan ulusların birbirleriyle olan kültürel, sosyal, tarihsel ilişkileri, dinlerin kendi yapıları içinde, mezhep ve tarikat türünden bazı esaslı inanç farklarını yaratmıştır. Bu inanç farkları, zamanla aynı dine iman edenlerin savaşmalarının nedeni olmuştur. Paganizm ile Hıristiyanlığın, Sünnilerle Şiilerin örneğinde olduğu gibi...

Dinleri anlatırken belirtmeliyiz ki, hiçbir din milliyetçi değildir. Günümüzde dinlerin böyle bir fonksiyonundan söz etmek mümkün değildir. Buna rağmen, kendilerinden başka bir dinin ve uygarlığın gerçeklerini kabul etmeyen ve hatta bunları bir hakaret, küfür sayan kitaplı dinler, kendi dogmalarına uygun bir devlet kurmayı kendi yayılma ve güçlenmelerinin şartları sayarlar. Oysa insanın ihtiyaç ve arzuları toplumsal ilerlemeye paralel olarak sürekli değişmekte, insan irade ve ihtiyacının ürünü olan devletlerin kanun ve örgütleri de beraberinde değişmektedir. Din dogmalarının kaynakları ise, kutsal ve Tanrısal sayıldıkları için, değişmeleri imkansızdır. Bunun içindir ki, dinlerin kendileri hoşgörüden tam manasıyla yoksun olmasalar bile, dinsel bildirileri politikaya ve kendi kişisel, sınıfsal çıkarlarına alet etmek isteyen bazı din görevlileri ile devlet yetkilileri ve bunların dayandıkları sömürücü sınıflar, düşünce ve vicdan özgürlüğüne asla değer vermezler. Onlar dinin dogmalarını tüm sosyal kurumların temeline yerleştirmek isterler.

Esasen din statik bir kurum olduğu halde, devlet tamamıyla dinamik bir gerçekliktir. Yani dinlerin özünde, sürekli olarak değişen bilimsel ve uygarlık olarak gerçek ve gereksinmeler karşısında yerinde saymak gibi bir eylemsizlik vardır. Bu itibarla dinle devletin at başı bir koşuya, bir yarışmaya girişmeleri imkansız ve yersizdir. Bunun içindir ki bugün, dinlerin koymuş oldukları hukuk kurallarının çoğu kadar kozmogoni (evrenin kökeninin araştırılması veya evrenin kökeni ile ilgili teori) ile ilgili açıklamaları son derece kifayetsiz kalmıştır. Din bilirlerinin iddialarına göre değişmez bir gerçeklik olarak, dini referanslarla yapılan açıklamalarda insanın bireysel varlığını sağlayan bazı erdemlilik esasları vardır ki, bunlar bile, kişinin başkalarına zarar vermeyen özel yaşamına ait alışkanlıklarına karışamazlar. Esasen dinsel düşünüş ve dinsel referansların en güçlü olduğu dönemlerde bile , insanın eylem ve düşüncelerini değiştirmeyi başaramamışlardır.

Nitekim, insanların en dinli ve dinlerle yönetildikleri çağlarda da gerektiği kadar ahlaklı olmadıklarını görmekteyiz. Zira din adına yapılmış olan haksızlık ve cinayetler, ahlak ve politika adına yapılanlardan daha çok ve daha şiddetli olmuştur.

Düşünce ve vicdan özgürlüğünün bulunmadığı ortamda asla laik bir sistem kurulamaz. İnsanlar laik yaşam koşullarını kazanmak için can dahil çok büyük bedeller ödemiştir. Dünya ve evrene ait görüşlerini, her ne kadar mistik terim ve kuvvetlerle açıklamalarına rağmen, yaşadıkları dönemin dinsel ve mitolojik inançlarına aykırı olarak düşünebilmiş olan Sokrates, Platon ve Aristo, akılcılığı cesaretle savunmuş bu özgürlüğün öncülerindendirler. Örneğin dogmacılığa karşı şüpheciliği savunan filozoflarla, Olimpos Tanrılarıyla onlara yapılan dinsel tapınmaların ve törenlerin saçmalığını açığa vurmuş olan Kinikler, eski Yunan'da özgür düşünceyle dinsel inanışlar arasındaki aykırılığın müjdecisi olmuşladır. Yine, Anaxagoras'ın güneşin bir Tanrı değil, alevlenmiş bir taş yığını olduğunu kovuşturmaya uğradığı Yunan mahkemelerinde cesaretle haykırması başka bir örnektir. Diğer bir örnek, evrenin doğasına yönelik bilimsel tezleri ve bazı Katolik öğretileri silip atması nedeniyle Roma Engizisyonu tarafından sapkın ve kafir olarak ilan edilen ve kazığa bağlanarak yakılan Giordano Bruno'dur. Örnekleri çoğaltmak mümkün elbette...

Siyasal gücü elinde tutan hiçbir dinin, kendi dogmaları dışındaki düşünce ve kurumlara karşı hoşgörüsü yoktur. Fakat dinsel baskı, şiddetini artırdıkça, insan zekası, daha büyük bir cesaretle gerçeğe aşık olmuştur. Tarih de gösteriyor ki, teokratik bir devlet, kendine özgü bir uygarlık yaratmış olsa bile, insanlığın tümüne dair özgürlük ve mutluluğunu asla gerçekleştirememiş, korkuya, kuşkuya, bilgisizlik ve zulme mahkum, hayat sevincinden yoksun bir dünya düzeni kurmuştur. Konfüçyüs; “Sık sık Tanrı'dan ve atalardan söz edilmeye başlanmışsa, biliniz ki, ya canınız veya paranız isteniyor demektir” derken, bundan 2500 yıl evvel, din ile siyasetin birleştiği ya da birbirinin amaçlarına hizmet ettirildiği zamanlarda, ulus veya uyrukların alın yazısının ne olacağını, başlarına ne gibi felaketlerin geleceğini açığa vurmuştur.

Özetle laik sistem, dini küçümseme ya da hor görme amacını gütmez. Dine karşı saygı, yine ancak bu sistemde ifadesini bulur ve Tanrı ile birey arasına herhangi bir kuvvetin girmesini önler. Laik sistemde devlet, insanlığın ilerlemekte olduğu yolda, mistik engellerden ve baskılardan kurtulmuş olarak yücelme olanağını bulur.

Esasen, devlet kurumlarında dinsel örgütlenmeleri şart koşmak, dinsel olarak kabul edilen kutsal inançları küçümsemek ve hor görmektir. Çünkü hiçbir dinin insanın ulusal, sınıfsal ve tinsel amaçlarını gerçekleştirebilecek güce sahip olmadığı çok açık olarak bilinmektedir. Dünya işlerini mistik ilkeler ve dogmalar planına göre yürütme olanağı yoktur. Zira dinlerin amaçları bu olmadığı gibi, hiçbir din de, adeta yıldırım hızıyla ilerlemekte olan akıl ve bilimle yarışabilecek yetki ve güce sahip değildir.