Maraş merkezli 6 Şubat 2023 depremi normal bir doğa olayının felakete dönüşmesinin en tipik örneklerinden biri olarak tarihe geçecektir. İnsan, var olduğundan bu yana bilim ve teknoloji alanında devasa gelişmelere imza atmıştır. Ancak bilim ve teknolojideki bu devasa gelişmelere rağmen deprem gibi bazı doğa olaylarını öngörmede çaresiz olduğunu söylememiz yanlış olmaz. İnsan, evrim süreci boyunca daha iyi ve güven ortamında yaşamak için karşı karşıya kalacağı doğa olayları; depremler, seller, taşkınlar, heyelanlar, bulaşıcı hastalıklar, kuraklık, iklim değişikliğinden kaynaklanan doğal ve biyolojik riskler, savaş, yoksulluk, işsizlik, eşitsizlik, güvencesizlik...gibi sosyal riskleri bertaraf etmek için akıl ve bilime başvurdu. Kısacası insan, uygarlık mücadelesinin büyük bir bölümünü bu risklerle mücadele etme şeklinde geçirdi.

Deprem doğal bir olaydır. İnsanlıktan önce de yeryüzünde deprem, sel baskınları, orman yangınları, yanardağ patlamaları, tsunami, yıldırım çarpması, gibi doğal afetler hep olmuştur. Deprem ve benzeri doğal afetlerden dolayı doğayı suçlamaya veya sorumlu tutmaya hakkımız yok kuşkusuz. Doğanın iyiliği ya da kötülüğü gibi özellikleri bizim düşüncelerimize göredir. Doğa ne iyiye, ne de kötüye eğilim gösterir. Kısacası olaylara iyi ya da kötü önadları yakıştıran bizim düşüncelerimizdir.

Ancak yukarıda saydığımız doğal ve sosyal risklerin felakete dönüşmesi, yok edici sonuçlara neden olması toplumsal ve siyasal tercihlerin ve yaklaşımların sonucudur. Doğal bir olay olan depremin felakete dönüşmesi tamamen siyasal ve toplumsal koşullara bağlıdır. İşte 6 Şubat depreminin büyük bir felakete dönüşmesinin asıl nedeni doğal değil siyasaldır, ideolojiktir.

Deprem doğal bir afet diyoruz. Bu doğru. Ancak depremin yıkıcılığını belirleyen şey onun şiddeti veya büyüklüğü değildir asıl olarak; Türkiye'deki sermaye birikim süreçleri ve o süreçler adına yapılanlardır. Biliyoruz ki, Türkiye'de kentleşme insanların ihtiyaçlarına göre değil, piyasa mantığına göre işler. Yapılaşma, imar düzeni, rantlar, ihaleler, denetleme, inşaat sektörü, bunların hepsi sermaye birikim süreçlerinin ve o süreçlerin merkezinde durduğu özelleştirme ve mülksüzleştirme mekanizmalarının birer yansımasıdır. İşte bu mekanizma, bu sömürü çarkı beraberinde yıkımı da getirmiştir.

Böylece sermaye, kendisine değerlendirebileceği yeni alanlar ararken, kanserli bir hücre gibi kamusal olana saldırır. Kamuya ait fabrikaları, madenleri, limanları, ele geçirmekle yetinmez. Ormanları, nehirleri, sahilleri, yani bir bütün olarak doğayı ele geçirmeye çalışır. Daha da ötesi, “ortak fayda”yı, “kamusal yarar”ı ortadan kaldırmayı istediği için en temel insani hakları piyasanın insafına terk eder. Sermayenin bu saldırısına insanların barınma hakkı da dahildir. Dolayısıyla kapitalizmde barınma, bir insan hakkı olarak değil, rant yaratan bir yatırım aracı olarak görülür.

Türkiye bugün geldiği noktada kamuya ait ne varsa gaspının sonuçlarını yaşamaktadır. 6 Şubat 2023 Maraş merkezli deprem bunu bütün çıplaklığıyla ortaya çıkarmıştır. Toplumun çıkarları gözetilmeyen bir ekonomi, inşaat merkezli bir sermaye birikim modeli, konutun bir ihtiyaç değil, yatırım aracı olarak görülmesi, imar rantları üzerinden yaşanan hızlı zenginleşme, ihaleler, komisyonlar, rüşvet, mafyalaşma... bunların hepsi kamusal olanın gaspının ve kamuculuk fikrinin tahrip edilmesinin bir sonucudur. İşte sosyal devlet fikrinin, kamuculuk fikrinin tahribi, depremin tahribatını artırmış, on binlerce insanımız kar ve rant hırsına kurban edilmiştir maalesef...

Siz derem gibi, sel gibi, orman yangınları gibi doğal olayları kader ve takdiri ilahi olarak görürseniz, bilim ve aklı yok sayarsanız doğal olayın felakete dönüşmesi kaçınılmaz hale gelir. Akıl ve bilim yoluyla doğal risklerden korunmayı mantık olarak reddeden zihniyet önlemler konusunda da büyük bir tehdit olur. Bu zihniyetin adı, rant, kolay yoldan para kazanma arzusu, müteahhit-siyaset-belediye üçlüsü olarak üst üste gelince akıl ve bilimi reddeden uygulamalar, bilimdışı yapılaşmalar, rant için çıkarılan imar afları sıradanlaşarak katmerlenmiş olur.

Kaderci mantık, dini ideolojik tutum, ülkede en çok da AKP hükümetleri döneminde güç kazandı. Liyakatsiz kamu idarecilerinin kaderci zihniyetleri sonucu bilimsel titizlik, bilimin yol göstericiliğine sarılma yerine “kader planı” öne çıkmış oldu. Aynı yaklaşım tarzı iş kazaları ve iş cinayetleri konusunda da yaşanıyor. Kısacası, kamu idaresinin bilimsel ve seküler bir tutuma sahip olmaması doğal riskleri felakete dönüştürmüştür.

Sosyal Devletin Zorunluluğu

İnsanın en temel hakkı olan yaşam hakkını güvence altına almak, doğal risklere karşı yurttaşları koruyacak kurallar saptamayı, uygulamayı gerektirir. Bu ise sosyal devletin varlığını zorunlu kılar.

Sosyal devlet, klasik olarak hak ve özgürlüklerle yetinmeyen, sadece sivil ve siyasal hakları esas almayan, sosyal ve ekonomik hakları da korumayı esas alan devletin adıdır. Her ne kadar sosyal devletler işsizlik, yoksulluk, güvencesizlik ve eşitsizlik gibi sosyal sorunların çözümüne odaklı olsa da bireylerin tek başına altından kalkamayacağı doğal riskler sosyal devletin ve sosyal güvenliğin alanına girer. Çünkü yurttaşların tek başlarına depreme dayanıklı konut yapmaları veya depremin yarattığı kayıpları gidermeleri mümkün değildir. Sosyal devletin bir görevi de barınma hakkı kapsamında sağlam ve yaşanacak konut ihtiyacını gidermektir. Bir ülkede deprem riski varsa sosyal devlet, konutların bu nitelikte olmasını sağlamak ve kaynak ayırmakla yükümlüdür. Yani sosyal devlet piyasacı değil, kamucu politikaları merkezine alır.

Sosyal devlet, deprem ve diğer sosyal riskleri önlemek, önlem almak, ve zararlarını asgariye indirmek ve doğan zarar/ziyanları tazmin etmekle yükümlü devlettir. Sosyal devlet, doğal ve sosyal risklere karşı hazırlıklı olmak, bunun için çeşitli kurum ve mekanizmalar oluşturmak ve kaynak ayırmakla yükümlüdür. Sosyal devlet yaraları sarar, yıkılan konutların yerine yenilerini bedava yapar, barınma, beslenme ve giyinme ihtiyaçlarını karşılar. Sosyal devlet felakete uğramış insanları borçlandırmaz, borçlarını ve kredilerini ertelemez, tümüyle siler. Kısacası, sosyal devlet ülkemizde meydana gelen 6 Şubat 2023 depremi öncesi ve sonrasında yapılmayanları yapar.

Türkiye'nin 1961'den beri Anayasasında sosyal ve hukuk devleti olduğu yazılıdır. Ancak sosyal ve hukuk devletinin çeşitli kazanımları önce 12 Eylül faşist darbesi ve Özal hükümetleri süreci ile yıkıma başlanmış, devamında Tansu Çiller'in “son sosyalist devleti yıktık” söyleminde ifadesini bulan yoğun bir saldırıya uğramıştır. Söz konusu hükümetler özelleştirme yoluyla devlette sosyal olan ne varsa ayıkladılar, sattılar, kapattılar. Şüphesiz Çiller'in “yıktık” dediği sosyalist devlet değil, kör/topal da olsa sosyal hukuk devletiydi. Sosyalizm düşmanlığının derinliği böyle bir şey!

Sosyal devletin yıkım süreci 2002 sonunda iktidara gelen AKP hükümetleri ile iyice derinleşti. O tarihe kadar az da olsa var olan devletin sosyal ve hukuksal niteliği yerle yeksan olmuş durumdadır. Özellikle 2018 yılından bu yana devleti bir şahıs şirketi gibi yönetme zihniyeti öyle bir noktaya geldi ki, afetle mücadelenin simgesel ve tarihi kurumu niteliğindeki Kızılay, çadır ve kendisine bağışlanan kanı satan ticarethaneye dönüştü. Öyle ki, Kızılay'ın çadır ve kan satması sadece sosyal devletin yıkılması değil, devletin tümüyle ortadan kalkmasının ilanıdır. Deprem sonrası en etkili gücü olan askeri imkanlarını seferber edemeyen, yardım kurumu çadır ve kan satan, arama ve kurtarma kurumu depreme iki gün müdahale edemeyen bir devlet ile tanışmış olduk. Devlet depremzedelere yardım edememiş, adeta depremin altında kalmıştır dersek abartmamış oluruz...

 Yol Ayrımı ve Mücadele        

Sonuç olarak Türkiye bir yol ayrımındadır. Bu yol ayrımı basitçe 14 Mayıs seçimlerinin sonuçlarına indirgenmemelidir. Elbette öncelikli olarak halkına yaşamı zehir eden bu iktidar layık olduğu yere, tarihin çöp tenekesine gönderilmelidir. Ancak her şey bundan ibaret değildir. AKP'nin yerine gelecek olanların asıl olarak sosyal ve hukuk devlet ilkelerini, kamuculuğu uygulamayacakları, toplum odaklı, planlı, devletin geliri emekten yana bölüştürdüğü bir modelli hayata geçirmeyecekleri, sermaye adına bir iyileştirme programı yürütecekleri çok açık olarak bilinmektedir.

İşte bu nedenle halkın AKP'yi göndermekle kazanacağı özgüvene, kendi gücünün ve varlığının bilincine varmasına dayanarak halkın taleplerini siyasetin merkezine yerleşmesini sağlamak gerekiyor. Buradan yeni bir siyaseti özne haline, aktör haline getirmek gerekiyor. Sol /sosyalist siyasete çok iş düşüyor. Sol, halkla birlikte, halktan çalınanların nasıl geri alınacağı üzerine, kamuculuğun nasıl halkın ortak duygusu haline getirileceği üzerine, kamusal çıkar alanını nasıl genişletip özel çıkarlar alanını nasıl daraltacağı üzerine uzun uzun düşünmek, kafa yormak durumundadır.