Gün kavuşurken “erguvani“ ışıltılarıyla göz kamaştıran, İstanbul’un en güzel süsü olan o muhteşem ağaçlar çiçek açmıştı.

Bir gün gazeteleri okuduktan sonra bir erguvana diktim gözümü. İzledim, izledim. Rüzgârda titreşen yapraklarına hayranlıkla baktım. Sonra aklıma, erik ağacıyla konuşan Kazancakis geldi. Hani Atos Dağı’nda bir erik ağacı görmüş ve karşısına geçip “Konuş be bacım!“ demişti ya; bunun üzerine erik ağacı tepeden tırnağa çiçeğe kesmişti.

Ben de derdimi erguvana dökmeyi deneyebilir miyim diye merak ettim.

‘Bak güzel bacım,’ dedim. ‘Bu bahar da çiçek açtın. Kimbilir daha kaç bahar açacaksın ama ne yazık ki ben bunların çok azını görebileceğim. Kimbilir daha kaç baharlık, kaç erguvanlık ömrüm kaldı?

Ama biliyor musun; canım çok sıkılıyor, hem de çok. Bu dünyadan da, bu ülkeden de, bu basından da, bu siyasetten de fena halde gına geldi. Bir boğulma hissi içindeyim desem inanır mısın acaba? Ama gerçek bu.

Bazı kimseler hiç ölmeyeceklermiş gibi sonsuz bir dünya hırsı içinde çılgın bir savaşa tutuşmuşlar. Onlara baktıkça insan soyunun yıkıcı olduğunu söyleyen Freud’a inanasım geliyor. Bir de insanlığın evriminde bir sapma olduğunu, beynin saldırganlık ürettiğini öne süren Arthur Koestler’e. Galiba haklılar.

Kimileri var: İçlerinin şarkısı bitmiş, yürekleri ölmüş; sadece gövdeleriyle yaşıyorlar. Kavgayla gürültüyle geçiyor ömürleri.

Bazen içimden onlara “Yazık değil mi kardeşler“ demek gelir. “Şu kısacık ömrü bu kadar kavgayla, hırsla, öfkeyle tüketmeye ne gerek var. Sayılı günlerinizi daha güzel şeylerle geçirin.“

Ama diyemem, çünkü o frekansı duymazlar.

Ah bir duysalar sayılı günlerin bu kör öfkeye değmediğini!

Ey erguvan. Sen bilmezsin. Sadi derler büyük bir İran şairi vardı. Bir gazelinde demişti ki: “Yükseltme sesini ki düzenbazlar haberdar olmasın.”

Artık benim de içimden Sadi’nin öğüdünü dinleyerek susmak geliyor. Çünkü bu çıldırmış ülkede ne söz söylersen söyle, seni rahat bırakmazlar. Artık burada düşünceye, şiire, içli ezgilere, felsefeye, bilime, inasanlığa, kardeşliğe yer yok.

Oysa dünya ne güzel, bahar ne güzel, sen ne güzelsin.

Sussam diyorum, senin gibi olsam, bazen çiçeklerimi döküp bazen çiçek açsam.

Anladın herhalde erguvan bacım. Fena halde sıkıldım artık, bıktım. Bana hiç kimsenin zararı dokunmasa bile, kalan hayatımı bu çukurda debelenerek geçirmek istemiyorum.

Kavgadan zevk alanlar için bu ülke bir cennet ama benim gibi, kavga-gürültü sevmeyen, birazcık huzur arayanlar için tam bir cehennem.

Ne diyorsun bacım, ne diyorsun; cevabın ne?’

***


Erguvana sordum, sordum, sordum.

Bir şey demedi!

Esen rüzgârla nazlı nazlı sallanmaya devam etti.

Ve ben saatler sonra onun ne demek istediğini anladım. İstanbullu bahçıvanın Candide’e söylediği gibi “Bırak bunları. Kendi bahçeni yetiştir“ diyordu.

Ve Şirazlı Sadi kulağıma öğütlerini fısıldıyordu.

‘Anladım bacım!‘ dedim. ‘Sağol. Dilerim daha yüzlerce bahar çiçek açasın.’