Ahmet Şık ve Nedim Şener'in tutuklanmalarından sonra Ergenekoncuların bir zil takıp oynamadıkları kalmıştı. Bu değerli iki gazetecinin ismini, gazetecilik dışında her şeyi yapan odatv’nin patronu Soner Yalçın’ın yanına ekleyerek propagandalarına hız verdiler. Eğer AKP hükümeti Ergenekon davasını –kendi saptadığı sınırlar içinde bile olsa- sonuca ulaştırmaya çalışıyorsa yapabileceği en akıldışı şeyi yapmış ve bu tutuklamalarla Ergenekoncuların propagandalarına cephane taşımıştır.
Bu durum iki önemli noktaya işaret ediyor. Henüz üzerinde konuşmak için yeterli verimiz yoksa da birincisi şu: Öyle sanıyorum ki, AKP hükümeti polisin üzerindeki denetimini yitirmeye başladı. Türkiye’de polis örgütünün kurumsallaşmasını ve “kamu düzeni”ni sağlamak adına yetkilerini ne tür stratejiler kullanarak genişlettiğini incelemeye çalıştığım kitabımda vurgulamıştım: Polis örgütünün yetkileri, çoğu kişinin sandığı gibi hükümetin emirlerini uygulamakla sınırlı değildir. Polislerin bu kısıtı aşabilmek için uygulayabilecekleri bin türlü taktikleri vardır. Yine birçok kişinin sandığı gibi polis, sadece suç takibiyle de ilgilenmez. Hatta –Osmanlı dahil- dünyanın birçok ülkesindeki kuruluş süreçlerine bakıldığında “suçları önlemek” gibi bir kaygılarının başat olmadığı çok net biçimde gösterilebilir. İşte bu ve daha birçok nedenden ötürü hükümetlerin en büyük sorunlarından biri, bizzat kendi polis güçlerini denetleme sorunudur.
Birçok Avrupa ülkesinin aksine Türkiye’de henüz bu konuda kitlesel bir muhalefet örgütleyebilmiş değiliz. Polisin denetlenmesi sorunu ne yazık ki muhalefet gündemimizde önemli bir yer işgal etmiyor. Muhtemelen polisi, hükümetin emirlerini bire bir uygulayan kuklalar olarak gördüğümüzdendir. Yanlış! Çarpıcı bir örnek verebilirim: Şili diktatörü Pinochet bir yandan insan hakları savunucularını zindanlara atıp onlara işkence ederken, bir yandan da insan hakları kuruluşlarının polis hakkında topladığı bilgileri kullanıyordu. Kendi polisi üzerinde denetim kurabilmesi için bu elzemdi; zira her polis örgütü gibi Şili polisi de hangi bilgileri diktatörle paylaşacağına, hangilerinin örgüt içinde kalacağına karar vermeye muktedirdi. Polis, bilgi’nin iktidar olduğunu Foucault’dan çok daha önce biliyordu!
Bu konuda daha konuşacak çok şey var ama, yazıyı bir polis incelemesi haline gelmeden toparlamam gerekiyor! Ahmet Şık ve Nedim Şener’in tutuklanmalarının ardında yatan esas nedenin Ergenekon terör örgütüne üyelikten ziyade, polisin içindeki Fetullahçı örgütlenmeye dair önemli bilgileri kamuoyuyla paylaşma kararlılıkları olduğu anlaşılıyor. Belli ki, Fetullahçı örgütlenme, kendi yaşamsal çıkarı nedeniyle muhaliflerini Ergenekon torbasının içine koymaya kararlı... Polisin içinde örgütlü olan bu grup, Ergenekon davasının toplum nezdindeki meşruiyetinden yararlanmaya çalışmakta. (Kafalardaki çeşitli bagajlar nedeniyle, yanlış anlamaya meyilli o kadar çok okur var ki, bu bahsi bir not düşmeden geçmeyeyim: “AKP demokrat bir iktidardır. Ergenekon soruşturmasında kendi çıkarını düşünmeksizin sonuna kadar gitmeye kararlıdır” falan demiyorum. Polis ve siyasal iktidar arasındaki her daim çetrefil ilişkiye dikkat çekmeye çalışıyorum)
Ergenekon davasının toplumsal meşruiyeti ise bizi ikinci önemli noktaya getiriyor: Şık ve Şener’in tutuklanmasından sonra tekrar hareketlenen Ergenekoncu propagandanın bizatihi kendisi, Ergenekon davasının sonuna kadar götürülmesi ve bizzat darbeyi yapan 12 Eylülcülere, onların işkencecilerine ve Kürt bölgesine doğru genişlemesi için AKP'ye muhalefet eden grupların (bizlerin yani!) nasıl da güçlü bir ahlaki pozisyonda olduklarının göstergesidir. Zira, ancak bizler Şık ve Şener’in tutuklanmalarıyla birlikte Ergenekon soruşturmasının akıbeti Susurluk’a benzeyecek endişesiyle harekete geçince bütün Ergenekoncular nihayet meşru bir zemin bulmanın verdiği rahatlıkla tekrar harekete geçebildi. Taksim’deki gösteriye bilumum Ergenekoncu tayfa (Aydınlık gazetesi başta olmak üzere) katıldı. Neyse ki, kendilerine müdahale edilince kalabalığın en arkasında kalmak zorunda kaldılar da, eylem meşruiyetini yitirmedi. Bizzat Ahmet Şık’ın belirttiği gibi kendi adının Soner Yalçın’larla, Perinçek’lerle vs. anılması ona yapılacak en büyük hakaretti.
Ergenekoncuların bugüne kadar yaydıkları tezviratın zerre kadar etkisi olmazken, bizzat Ergenekon davasını önemseyen kesimlerin yükselttiği seslerin toplumda ne kadar etkili olabileceğini gördük. AKP hükümeti, Ergenekonculardan değil bu sesten korksun!
Laf odatv’den açılmışken son kepazeliğe de değinmeden bitirmeyelim. Deniz Baykal, her yerde Soner Yalçın’ın bir kadın gazeteciyi kullanarak kendisine nasıl bir komplo kurmaya çalıştığını bizzat kendisi anlatıyor. Anlat(a)madığı şey ise, Kılıçdaroğlu’nun bu işlerdeki rolü... Ben de bilmiyorum. Ama pis kokular geliyor. O kadın gazetecinin yayınlanan telefon konuşmalarına göre kendisi, Kılıçdaroğlu’ndan gizli çekim icin “teçhizat” istiyor, niye bir “bel altı grubu” kurmadığını soruyor. Kılıçdaroğlu da teçhizat önerisini reddedip “sen yap bana getir” diyor. Üstelik bu konuşmaları yaptığını kabul ediyor. Ama, Baykal için değil de, bir AKP'li için bu konuşmayı yapmış. Velev ki öyle olsun: Kılıçdaroğlu, işi gücü bıraktı AKP’lilere yapılacak şantajlarla mı ilgilenmeye başladı?
Odatv gazetcilik mi yapıyor demiştiniz?
NOT: Geçen hafta başladığım yazının devamını getirmememin sorumlusu Meli Gökçek’tir! Bitirmek üzere olduğum o yazı ofisimdeki bilgisayarımdaydı. Fakat, iki gündür Ankara’nın karla kaplı yollarını aşıp ofise gidemediğim için yazı haftaya kaldı.