Geçen pazar akşamı ülkede yeni bir tutuklanma olayı daha kayda geçti.

Sabaha karşı İzmir’deki evinden gözaltına alındıktan sonra Çağlayan Adliyesine getirilen Mimar Sinan Üniversitesi Sinema ve Televizyon bölümü öğrencisi Beyza Buldağ’ın tutuklanma gerekçeleri tanıdık.

Mahkemeye göre genç kadın, Twitter hesaplarından tutuklu arkadaşları için paylaşım yapmış, “Boğaziçi Dayanışması” adlı sosyal medya hesabını yönetmiş, WhatsApp grubu kurmuş… Sonra da “halkı kin, nefret ve düşmanlığa” ve “suç işlemeye tahrik” etmiş.

Avukatı, bahsi geçen sosyal medya hesabını Buldağ’ın yönettiğine dair delilin siber araştırmada telefon numarasının son iki hanesinin uyumlu çıkması olduğuna dikkat çekti; “Beyza’nınki de son iki hanesi aynı olan bir milyonun üzerindeki numaradan biridir” dedi. Zaten mahkeme tutanağında da ilgili hesabın şüpheliye ait olduğu değil “olabileceği” ifadesi kullanılmış. Dolayısıyla ortada “suç” var ama kanıt yok.

Velev ki Buldağ, sosyal medya hesabını yönetiyor olsun. Hesabı yöneten, tutuklanmayı gerektirecek ne yapmış, hangi paylaşımıyla “suç” işlemiş olabilir? Aslında öyle uzun uzadıya araştırma gerektirecek bir durum yok ortada. Her şey açık.

“Boğaziçi Dayanışması” adlı Twitter hesabından 6 Şubat günü “12. Cumhurbaşkanına hitaben” bir mektup paylaşıldı.

Mektup paylaşılmadan önce Resmî Gazete’de Boğaziçi Üniversitesine Hukuk ve İletişim Fakültesi açıldığını duyuran bir Cumhurbaşkanı Kararı yayımlandı. Gereğinden fazla üniversitenin bulunduğu ülkede yeni fakültelere gerçekten ihtiyaç var mıydı?

Anayasa Hukukçusu Prof. Dr. Kemal Gözler, internet sitesinde yayımladığı yazısında konuyu detaylarıyla anlattı. 82 hukuk fakültesinin bulunduğu Türkiye’de 82 bin 322 öğrenci hukuk eğitimi alıyor. Profesör Gözler, bu sayının çok fazla olduğunu vurguluyor ve bunu “akademinin değersizleştirilmesi” olarak adlandırıyor. “82 hukuk fakültesinden 20’si, kendisine hukukçu bir dekan dahi bulamamıştır. Ne kadar acıdır ki 20 hukuk fakültemiz, ilahiyatçı, ziraatçı, tıpçı, kimyacı gibi hukukçu olmayan dekanlar tarafından yönetilmektedir” diyor.

İletişim fakülteleri mi? Bir iletişim fakültesi mezunu olarak ne siz sorun ne ben söyleyeyim ahvalimizi. Türkiye’nin farklı yerlerindeki devlet ve vakıf üniversitelerindeki toplam 70 iletişim fakültesi, her yıl 14 binden fazla kontenjanla öğrenci alıyor. Basın-yayın kuruluşlarında orta öğretim istihdamı fakültelilerden kat be kat fazla. İşsiz gazeteci sayısı ise 11 binin üzerinde. Tabiî bunlar sayılar ama maddi manevi gerçekte yaşanan çok daha vahim. Bunları hâlihazırda o bölümlerde okuyan öğrencileri ya da hukukçu, gazeteci olmayı hedefleyen gençleri karamsarlığa sürüklemek için söylemiyorum. Ama zaten mezun olduklarında ne ile karşılaşacaklarını az çok biliyorlardır.

Cumhurbaşkanı kararının herhâlde bir planlama dâhilinde alındığını söyleyemeyiz. Neden öyleyse, neden Boğaziçi’ne iki yeni fakülte?

Boğaziçi Üniversitesinde akademisyenlerin hiçbiri atamayla dışarıdan gelen Rektör Melih Bulu’ya yardımcı ve danışman olmayı kabul etmedi. “Kayyum rektör”, Erdoğan tarafından “azınlık” olarak nitelendirilen üniversite mensuplarınca onay görmedi. Onay görmedi demek ne kelime! Bir aydan fazla bir süredir Boğaziçi, akademisyeniyle öğrencisiyle bu tepeden inmeciliğe karşı direniyor. İktidar ise meydandaki, medyadaki (galiba burada bu kelimeyi kullanmanın tam sırası) “militanlarıyla” ne yaparsa yapsın ne hocasını ne öğrencisini yıldırabiliyor ne de kamuoyunu “kayyum rektöre” ikna edebiliyor.

Nitekim Boğaziçi Üniversitesinde görevli akademisyenlerin yaptığı açıklama durumu yeterince anlatıyor:

“Yeni fakülte kurmak için YÖK ile üniversitemiz arasında olması gereken müzakere ve planlama süreçleri yürütülmemiştir. Bu adımla anayasamız tarafından korunan akademik özerklik ilkesi bir kez daha açık şekilde ihlal edilmiştir.”

Birileri “yeni anayasa” mı demişti? Mevcut anayasa bile uygulanmaz iken…

Velhâsıl, ansızın iki yeni fakülte kurulma kararı, istenmeyen rektörün elini dışarıdan gelecek kişilerden oluşacak kadrolar ile güçlendirmek gibi bir anlam taşıyor. Atamayla gelen rektöre üniversiteyi yönetebilmesi için yönetim kurulu ve senato oluşturabilmesine destek vermek için…

Zira “her ile üniversite” mantalitesiyle sözde eğitim hizmeti sağlamak için açtığı ihtiyaç fazlası üniversitelerde kendi kadrolarını yaratan AKP iktidarına; rektörlük, dekanlık vb. görevlerini borçlu “profesör”, “doçent” unvanlı kişiler neredeyse her gün arz-ı endam ediyor.

İktidar, odasına girdiği zaman makamını derhâl kendine teslim edecek rektörler arıyor çünkü. Gaziantep Üniversitesinde Rektör Arif Özaydın ile AKP Genel Başkanvekili Numan Kurtulmuş’un gündeme gelen fotoğrafı sayfalarca yazıya bedel.

Beyza Buldağ’ın tutuklandığı saatlerde Devlet Bahçeli’nin “dava arkadaşı” mafya lideri Alaattin Çakıcı, bir mektupla Melih Bulu’dan istirham etti, “Lütfen istifa etmeyin” dedi. “Cumhur İttifakı” sözleriyle söyleyelim: “Kimler kimlerle birlikte!” Oysa Çakıcı’nın endişelenmesine gerek yok aslında. Bulu o göreve liyakat ile gelmedi ki, kendisini görevlendiren Saray istemeden görevi bıraksın. Hemen “affını istemek” kolay mı öyle?

Mektupta daha başka neler var?

Erdoğan’ın cuma namazı çıkışındaki “Yürekleri yetse cumhurbaşkanın istifasını da isteyecekler” sözlerine karşılık; Hrant Dink’in katli, Soma’da 301 madencinin, Roboski’de 34 Kürt’ün ölümü, Çorlu’daki tren kazası, KHK ile işsiz bırakılanlar, ayın sonunu getiremeyen yurttaş hatırlatılıyor. Deniliyor ki “Bizi size koşulsuz itaat edenlerle karıştırmayın. Siz padişah değilsiniz, biz de tebaanız değiliz.”

Mevzu Buldağ’ın sosyal medya hesabını yönetip yönetmemesi değil. O genç kadın gibi toplumun farklı kesimlerinden yüzlerce yurttaşın bir gece yarısı polis baskınlarıyla kapıları kırılarak, çocuklarının gözleri önünde gözaltına alınarak tutuklanmasıyla topluma korku verilmek istenmesi.

İktidar tahmin etmiyor muydu ki, dışarıdan rektör atandığında tepki oluşacağını? Hakkaniyetsizliğin üstünü örtmek için değil bilakis o hakkaniyetsizliğin yarattığı gerginlikle olabildiğince milletin kafasını karıştırmak üzerine bir “strateji” izliyor. Devlet başkanınca “terörist” olmakla itham edilen gençler mahkeme tarafından serbest bırakıldığında söylemin dozu düşürülür gibi yapılarak bu kez “iltisaklı?” kelimesi öne çıkarılıyor. İktidarın “koltuk değneği” ise malûm laflarla “level” atlıyor. Aşağı bakmamakta ısrarlı gençlere eziyet ediliyor. Taleplerine kulak vereceği, diyalog kuracağı yerde gençlerini kıran, gençleriyle kavga eden, yaşamı dar eden devlet köhnemeye doğru hızla yol alıyor.

Devlet, artık “parti devleti” faslından “şahıs devleti”ne terfi etti çünkü. Bu durumda liyakat değil, sadakat geçerli. Sadece o da değil! Yürütme erkinin bakanları, milletvekilleri, partinin il başkanları kadar; valisinden kaymakamına, polisinden savcısına, dekanından rektörüne idarî yönetimdekiler merkezdeki “şahsın” taşradaki uzantısı konumunda. Kuşku yok ki “başarı” da mesafeyle değil “şahsa bağlılık” ile ölçülüyor. Meselâ Ankara Cumhuriyet Başsavcısı Yüksel Kocaman nikahtan sonra hemen Saray’a “takı hediyesini” almaya gidebiliyor. Hâkim ve Savcılar Kurulu’nun Yargıtay’a yeni seçtiği üye İrfan Fidan’a, yüksek mahkemede hiçbir faaliyette bulunmamasına rağmen yüksek oy çıkarılabiliyor ki, üye derhâl Anayasa Mahkemesi (AYM) üyeliğine “terfi” edebilsin. “Bağlamayan” kararlara imza atan AYM de yerel mahkemelere hızlıca “entegre” edilebilsin.

-İşini layıkıyla yapma gayreti içinde olan insanları tenzih ederek- devlet kadroları iktidarın emrine âmâde. Bu insanlar yarın öbür gün iktidar değiştiğinde “Konjonktür böyleydi” deyip geçecekler mi? Yoksa emri veren de dâhil “unutulma hakkını” mı kullanacaklar?

Neyse, “anayasal güvencedeki” temel hak ve özgürlükler, (tebaa değil) eşit yurttaşlık, insan hakları, akademik özgürlük, bilim etiği, demokrasi filan… “Çok da şey etmeyin!” Cumhurbaşkanı “müjdeyi verdi”: Aya gidiyormuşuz. Hem de “sert bir iniş gerçekleştirecekmişiz.”