Bu haftanın en çok tartışılan siyasi kulisi, Taraf gazetesinin yayınladığı Stratfor gizli yazışmalarında, Başbakan Tayyip Erdoğan’a iki yıl ömür biçilmesiydi. Başbakan büyük tepki göstererek Taraf gazetesine 30 bin liralık dava açtı.

Ama bu dedikoduların önünü kesmek mümkün değil.

Stratfor, son yıllarda her yerde bitmeye başlayan ‘özel istihbarat’ kurumlarının en tanınmışı. Ve muhtemelen ‘en az’ gizli olanı. Parayla şirketlere ve kurumlara bilgi ve rapor satıyor.

Günlerdir Wikileaks’in yayınladığı Stratfor belgelerinin Türkiye, Irak ve Suriye’yle ilgili bölümlerini okuyorum. Kendi açımdan bilmediğim bir şey öğrenmedim. Oldukça yavan analizler. Suriye konusunda fahiş hatalar var.

Ama gelelim Başbakan’ın sağlık durumuna...

Öncelikle, Allah uzun ömür versin diyelim. Ama bendeniz zaten başından beri Başbakan’ın sağlığıyla ilgili bitmek tükenmek bilmeyen spekülasyon ve dedikodulara inanmış değilim.

Nasıl oluyorsa, benim dışımda memlekette herkes, Erdoğan’ı ameliyat eden doktorlardan birinin akrabasını, ya da arkadaşını ya da arkadaşının arkadaşını tanıyor ve son derece kati bir ifadeyle, Erdoğan’ın derdinin ne olduğunu, tedavinin hangi aşamada olduğunu anlatıyor. Ve nasılsa anlatılanlardan hiçbiri de birbirini tutmuyor!

Tabii dedikoduların alıp yürümüş olmasında kabahat biraz da  hükümette. Başbakanlık, Erdoğan’ın sağlığı konusunda o kadar ‘başarısız’ bir iletişim strateji izledi ki, doğru bilgiyi paylaşmayarak ve Erdoğan’ın ameliyat sürecinin seyrini perdeleyerek bu spekülasyonların daha da güçlenmesine neden oldu. Ve olmakta. (Gelişmiş ülkelerde liderlerin sağlığıyla ilgili süreçlerin nasıl yönetildiği çok yazılıp çizildiği için burada tekrarlamayacağım...)

Ama ben yine de Erdoğan’ın ağır hasta olduğuna, ya da iki yıllık ömrü kaldığına asla inanmadım. Anlatayım.

Öncelikle, sevseniz de sevmeseniz de Erdoğan net bir lider. Niyetini, sözünü, öfkesini, kederini olduğu gibi yansıtıyor. Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı’nın televizyonda Mehmet Ali Birand’ın gözünün içine bakıp ‘Hayır kanser değilim’ demesi, kendi içinde önemli. Milyonların önünde yalan söyleyecek biri değil. Üstelik Erdoğan aynı şeyi son dönemde görüştüğü yabancı liderlere de söylemiş.

İkinci kanıtım da, Erdoğan’ın yakın çevresi ve bakanların halet-i ruhiyesi. Siz devlette, hükümette, Erdoğan’a yakın iş adamlarında, bakanlarda, danışmanlarda herhangi bir ‘panik’ havası görüyor musunuz? Tam tersine son derece rahatlar.

Başbakan’ın gerçekten hayati bir sorunu olsa, siyasette nasıl bir cambazlık, o vekiller arasında nasıl bir yarış, ikbal arayışı başlamış olurdu anlatmama gerek yok. Kim bilir kimler rotayı nerelere kırardı? Kimse alınmasın ama bugün Çankaya’nın dışında kuyruklar oluşmuş olurdu. En azından iş adamları ve bakanlar, ‘ertesi gün’ hazırlığı yapmaz mıydı? Hatta ne olur ne olmaz diye iş dünyasında CHP’ye bile kanca atmalar başlardı.

Var mı böyle bir panik? Hayır. Tam tersine hükümet, danışmanları, Erdoğan’ın yakın çevresi son derece rahat gözüküyor.

O yüzden her dedikoduya inanmayın. Ortada görünen şu: Başbakan büyük bir ameliyat geçirdi. Bundan sonra sağlığını daha ciddiye alacak, iş temposu ister istemez düşürecek, ailesiyle daha çok zaman geçirmeye çalışacak. Muhtemelen 2014’de Çankaya hesaplarını yaparken daha güçlendirilmiş bir yarı başkanlık sistemi değil, mevcut sistemle yürüyecek.

Ama bu dediklerim de spekülasyondan ibaret. Çünkü memlekette 2 yıl çok uzun bir zaman....

 

Gül’ün ‘rövanşizm’ uyarısının anlamı

Şu aralar dışarıdan Türkiye’ye bakan biri, olsa olsa ‘kafayı sıyırmış’ bir memleket görecektir. Tam bir keşmekeş. Genelkurmay Başkanı, terörist diye hapiste; MİT Müsteşarı PKK’lı diye ifadeye çağrılıyor; eğitimde reform yapacağız diye yola çıkan vekiller birbirin dövüyor; Arap dünyasına demokrasi getiren Twitter, bizde bir suikast aracı oluveriyor; Kürt açılımı var ama hapishaneler tıka basa Kürtlerle dolu...

Dünyada, coğrafyamızda yepyeni bir düzen kuruluyor; Türkiye ise son 10 yılın reform hızını gerisin geriye çevirmeye ant içmişçesine adeta ‘fetret devrine’ hazırlanıyor.

Memlekette o kadar kavga, gürültü, arbede var ki, bazen aklı selim sesler de bu uğultuda boğuluyor. O yüzden Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün bu hafta Tunus’tan yaptığı bir uyarıyı hatırlatmakta yarar var.

Biliyorsunuz, medya dünyası 28 Şubat’la ilgili büyük bir ‘operasyon’ beklentisi içinde. İsim vermeyelim, ama hedefte dönemin medya yönetici ve patronlarının olduğunu duymayan kalmadı. 28 Şubat sürecinde askerin siyaseti şekillendirdiği, medya üzerinden Refahyol hükümetini istifaya zorladığı aşikar. Ama teknik olarak da klasik bir ‘darbe’ değil. O dönem yapılan işte, askerin yanında iş dünyası, medya ve seçmenin de müdahili olan garip bir ‘korporatist’ yapı var.

Bu yüzden darbe değil genelde ‘post-modern darbe’ deniyor. Zaten de bildiğim kadarıyla bir kaç yıl önce İstanbul’da açılan bir soruşturmadan da pek bir şey çıkmadı.

Ama varsın olsun! Medyaya vurmak, her zaman caziptir. Üstelik bu aralar 28 Şubat yüzünden medyaya vurup demokrasicilik oynamak, genç kalemlere meslekte ilerlemek ve hükümete yaranmak için bulunmaz bir fırsat veriyor.

Yepyeni bir ‘tutuklu gazeteci’ furyasının Türkiye’nin başına nasıl bir çorap öreceğini düşünmeden yazıyorlar da yazıyorlar.

Ama bakın 28 Şubat’ın en önemli mağdurlarından, hem de verdiği demokrasi mücadelesi sayesinde 15 yıl sonra bugün Cumhurbaşkanlığı’na kadar yükselmiş olan Abdullah Gül, bu konuda ne diyor...

Tunus dönüşü gazetecilerle sohbet eden Cumhurbaşkanı, yargı üzerinden 28 Şubat’la hesaplaşma konusunda şunları söylüyor:

‘Dikkat edilmesi gereken şey rövanşist bir duruma düşmemektir. Rövanşizm her zaman kötüdür. Rövanşist bir düzeyde meseleleri ele alırsanız, olayı bitmez tükenmez bir sıra meselesi haline getirmiş olursunuz. Sıra size geldiğinde rövanşı alırsınız ama bir sonraki sefere de diğerlerine bir sebep yaratmış olursunuz, bu da yakalanmış olan demokrasi standardından geri düşmenin bir yoludur...’

Son derece net konuşmamış mı Cumhurbaşkanı?

 

Bir akademisyen cezaevinde ne yapar ?

Bu hafta üç kez Büşra’dan haber geldi! KCK soruşturması kapsamında son derece tartışmalı bir operasyonla gözaltına alınan akademisyen Büşra Ersanlı’dan söz ediyorum tabii.

Önce geçen hafta CHP İstanbul milletvekili Melda Onur, Büşra Hoca’yı Bakırköy kadın cezaevinde ziyaret etti. Moralinin çok iyi olduğunu, harıl harıl 8 Mart Kadınlar Günü kutlamalarına hazırlandığını anlattı. Aktardığı kadarıyla, Büşra Hoca hem kaldığı kadınlar koğuşunun neşe kaynağı olmuş, hem de beraberindeki tutuklu kadınlara siyaset bilgisi semineri veriyormuş. Ersanlı doktora tezini, Boğaziçi’nde Şerif Mardin’in talebesi olarak Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu ile eş zamanlı yapmış değerli bir akademisyen. Ama düşünsenize ironiyi! Gözaltına alındığında verilen mazeret de BDP Siyaset Akademisinde ders vermiş olması değil miydi!

Radikal yazarı Koray Çalışkan da geçen hafta Büşra Hoca’yı ziyaret etmiş. Koray, Ersanlı’nın cezaevinde çok popüler olduğunu, açık görüş yapılan alandan içeri girdiği anda alkışlar koptuğunu ve tutuklu yakınlarının ona gidip sarıldığını anlattı. Kadınlar koğuşunda 8 Mart’ta bir tiyatro ve konser varmış. Ersanlı da o hafta ‘Kadın ve Siyaset’ üzerine bir seminer vermiş.

Bu hafta tesadüfen bir cenazede Fethullah Gülen cemaatine yakın Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı’ndan Erkam Tufan’a rastladım. Ersanlı, başörtüsü ve sivilleşme gibi konularda yıllardır demokrat tavır yakınmış biri olarak muhafazakâr camiada da takdir ediliyor. Tufan da Adalet Bakanlığı’ndan zar zor izin alıp Büşra Hoca’yı ziyaret etmiş. Moralinin iyi olduğunu söylüyor.

Ne garip memleket... Bir akademisyen tartışmalı bir operasyonla içeri atılıyor; medyada linç ediliyor; ardından herkes duruma isyan ediyor; Cumhurbaşkanı bile Ersanlı’yı soruyor; siyasi yelpazenin sağı da solu da ‘Olur mu!’ diyor ama bir giren bir daha kolay çıkamıyor....