Yıllardan beri edebiyat meraklısı okurlardan, özelikle de yazar olmak isteyen gençlerden mektuplar, mesajlar alırım. Bunların çoğu “Ne okumalı?”, “Nasıl yazmalı?”, “Yazdıklarımı nasıl bastırmalı?” gibi sorular içerir, bazıları da yazmış olduğu roman, hikâye, senaryo, şiir denemelerini gönderir.

Bu mesajlara elden geldiğince cevap yetiştirmeye çalışırım ama bunca yoğunluk arasında bu işi hakkıyla yapamıyor olmanın tedirginliğini de bir türlü atamam içimden.

Her yazar adayı heyecanlıdır, yüreğini kanatlandıran sözlere sevdalanmıştır, yazdıklarına vurgundur; onca emek vererek meydana getirdiği işin, yine emek verilerek değerlendirilmesini ister ama parmaklarımızın arasından kum gibi akıp giden zaman, bu işi doğru dürüst yapmama, her çalışmanın üstünde hak ettiği kadar durmama izin vermez. Genç yazarlara ve okurlara mahcup olur dururum.

Bunları düşüne düşüne bir karara vardım. Dedim ki: “Niçin pazar yazılarımı edebiyata, kurguya, yazının sorunlarına ayırmayayım. Böylece hem ben çok zevk aldığım, hayatımı adadığım bir konuda görüşlerimi paylaşmış olurum hem de bakarsın bazı gençlerin kafalarındaki soru işaretlerini gidermekte, karınca kadar bir faydam olur.”

Böylece kararımı açıklamış oldum. Evet, pazar günleri bu köşede edebiyat konusunu tartışacağız. Ben size görüşlerimi aktaracağım. (Subjektif dememe gerek yok herhalde. Çünkü her görüş böyledir. Katılıp katılmamak okurun elinde.)

***


Aslında kurmaca konusu çok karışık çünkü kitaplar eskiden, mesela 19. yüzyılda olduğu gibi, sadece yazmadan yaşayamayan bir avuç insanın elinden çıkmıyor. Herşey gibi kitap denilen nesne de metalaştı, kapitalizmin “ürün”lerinden birisi haline geldi. Özellikle Amerika ve bazı Batı ülkelerinde, edebiyat çok büyük şirketlerin üzerinde uğraştığı, stratejiler geliştirdiği, “proje”ler yaptığı dev bir sektöre dönüştü.

Yüz milyarlarca doların döndüğü bu sektör, diğer dallar gibi kapitalizmin şaşmaz kurallarını uygulamaya başladı.

Amerika’da her yıl 275.000 ayrı kitap yayınlanıyor. Bu sayı Türkiye’de de azımsanmayacak boyutlara geldi: Günde 150 ayrı kitap.

Bu sayılar sadece edebiyatı değil, bütün alanları kapsıyor ama yayın dünyasının zenginliği hakkında bir fikir veriyor sanıyorum.

Yayınlanan her kitap, kitabevlerinde yer bulamıyor. Bulanlar da içeri giren okuru öyle bir afallatıyor ki, zavallı okur gözalıcı kapaklar ve çarpıcı başlıklarla karşısına dikilip “Beni al! Beni al!” diyen onca kitap arasında şaşırıp kalıyor.

Bu durum edebiyatı da etkiliyor elbette. Medyanın bütün satış mekanizmalarını etkilediği bu dönemde, gazete yazarları, TV programcıları durmadan “Şunu okuyun! Bunu okuyun!” diyorlar.

Bu konuda hiç kimsenin objektif bir ölçüye sahip olmasına imkan yok. Bu tavsiyeler genellikle eş dost, aynı gruba mensup olmak, hatta ideoloji bazında yapılıyor.

İşte günümüz edebiyatının önündeki en büyük tehlike bu. Çünkü tarih boyunca büyük yazarları ortaya çıkaran “halk jürisi” etki altına alınmaya çalışılıyor.

Bilmem bu gözlemimin, ciddi anlamda edebiyat eleştirisiyle bir ilgisi olmadığını söylemeye gerek var mı? Eleştiri her zaman, gerçek edebiyatın dostudur, yardımcısıdır.

Mesela eleştirmen Belinski’nin, büyük Rus edebiyatının gelişmesine yaptığı katkılar tartışılmaz bile. Burada kastettiğim şey eleştiri kurumu değil, metalaşma olgusudur.

Gerçi John Steinbeck “Eleştirmenler gereklidir ama hep geç kalırlar” demiştir ama bu şaka, özlemini çektiğimiz edebiyat eleştirisinin önemini azaltmaz.

Dilerseniz haftaya devam edelim.