Ey kitap!

Bir haftadır yurt dışındayım. Almanca yayınlanan kitabımın okuma turları için o şehir senin bu şehir benim dolaşıp duruyorum.

Konumuz gereği hep kitap konuşurken, duydum ki seni doğmadan öldürmüşler.

İnternet siteleri hep seni anlatıyor.

Sana mı üzüleyim, 2011 yılında Türkiyemizin düşürüldüğü hallere mi bilemiyorum ama bir tesellim var: Seni yaratan kafa, nasıl olsa yenisini de yaratır.

O beynin yok edilmemesine dikkat etmek lazım.

***




Sevgili kitap;

Çarşamba akşamı okumadan sonra yanıma gelenler arasında senin ilgini çekecek birisi vardı. Sevimli ve yaşlı bir hanım. Adının İngrid Oppermann olduğunu söyleyerek yayınlanma şansı bulan Serenad kitabından söz açtı.

Çok güzel Türkçe konuşuyordu. Babası Alman Profesör Gleissberg’miş, annesi ise Yahudi. 1933 yılında kitap yakan ve sonrada insan yakmaya başlayan Nazi rejiminden kaçarak Türkiye’ye sığınmışlar.

Prof. Gleissberg İstanbul Üniversitesi’nde öğretim görevlisi olarak çalışmış ve 1958’de Almanya’ya dönmüş.

Kızı İngrid ise 1938’de İstanbul’da doğmuş.

İki yıl önce bu büyük bilim adamı için İstanbul Üniversitesi’nde törenle bir rasathane çalışma odası açılmış.

***


Görüyorsun değil mi kitap, insanlık tarihi durup durup tekrarlanıyor.

Almanya’da kitapları yakılan bilim adamlarına kucak açmış olan Türkiye, bugün senin gibi doğmamış bir kitabı yok ediyor.

80’li yıllardan beri Almanya’dan kaçan bilim adamları üzerine çalışıyorum. 90’ların başında bu konuda “Boğaziçi’ne Sığınanlar” adlı bir belgesel yaptık.
Stockholm’de “Edebiyatta Sürgün Teması” adlı toplantıda “Auerbach ve Sürgün Edebiyatı” adlı bir bildiri sunmuştum.

2003 yılında ise Engereğin Gözü kitabına bir bölüm eklemiş ve Profesör Ludwig Steiner’in hikâyesini anlatmıştım.

Şimdi de Serenad.

İbret olsun diye bu tarihi olayları anlatıyordum.
Ama bakıyorum ki bunlar tarihte kalmamış, bütün acılığıyla devam ediyor.

***


Askeri dönemlerde kitaplar yakılır, hatta bizim 1971 darbesinden sonra yaptığımız gibi plastiklere sarılıp, ileride çıkarılmak üzere toprağa gömülürdü.

Bir kamyon kitap topraktan çıkarılıp Ankara Emniyeti’nin yedinci kat koridorlarına suç delili olarak yığılmıştı.

Beni gözaltına alıp kitapları gösterdikleri zaman şok geçirmiştim. Çünkü o dönemde onlar “kitap” değil “suç aleti”ydi.

Bugünlerde Alman aktör Mario Adorf bu bölümü her akşam okuyor ve Alman dinleyici geçmişte kalan bu olaylara gülüyor.

Bense kara kara seni ve hapiste olan babanı düşünüyorum, yaşanan acıların tarihte kalmamış olması içimi karartıyor.

***


Bülent Arınç “Hiç de şık olmadı” demiş.

Bence Türkiye’de “ŞIK” olmanın cezası var zaten.

Onlar hapiste.