Güzel olan şeyleri seviyorum. Cesur ve Güzel dizisinin de mekanları güzel. İnsanlar güzel giyiniyor. Kıvanç Tatlıtuğ kahraman edasında geziyor ortalıkta. Hem yakışıklı hem de iyi bir oyuncu. O da biliyor iyi oyuncu olduğunu. Dün akşam seyrederken oyunculuğunu abarttığını düşündüm. Mimiklerini beden dilini abartık kullandığını düşündüm. Ya da büründüğü karakteri sevmedim bilemedim.

Diyaloglar tık yukarıda olmuş. Cesurlar.

Sühan diyor ki senin gibi birini görmedim ben, tabi görmemişsindir, hiç erkek çıkmamış karşına diyor.

Sühan’la evin çalışanı Şirin arasındaki diyaloglarda öyle. Şirin eleştiriyor onun uzatmalı sevgilisini, sonra istersen sana anlatayım diyor bizim tutkulu ilişkimizi.

Kelimeler benim kelimelerim elbet ama mevzu buydu.

Dizinin konusu böyle iyi oyuncular olmasına rağmen klasik sıradan bir kurgu üzerine oturtulmuş.

Korludağ ailesinin reisi Cesur’un babasının hayatını mahvetmiş o da intikam almak için gelmiş kasabaya.

Korludağ ailesinin tüm fertleriyle tanışıyor adam teker teker ve iki önemli kişinin de hayatını kurtarıyor.

Kıza aşık oluyor ya da olmuş gibi yapıyor ama sonunda aşık olacak belli ki.

Korludağ ailesinin reisi de Cesur’dan etkileniyor çünkü onun gölgesinde cılız kalmış bir oğlu var.

Gelin desen dizinin kötü kadın Muallası. Kadın büyük ihtimal kayınpederini öldürmeye kalkıyor. Başarılı olamıyor Sühan biniyor ata,  kızı da Cesur kurtarıyor.

Aile henüz bilmiyor başlarında dolanan  kara bulutu ama kasabanın ahalisi arasında yakında bu olay dolanmaya başlayacak.

Evin hizmetlisi Şirin öğrendi atın eğerinin altına dikenli tel konduğunu.

Evin gelini herkese hamile olduğunu söyledi oysa kendine bir zamanlar fahişe olan hamile bir kadını kiralık anne olarak tuttu.

Kocasının spermleriyle mi hamile kaldı kadın yoksa çocuğun babası meçhul mü öğreneceğiz ileri de.

Senarist ben olsam kocamın  beni aldattığını öğrenir kazara hamile kalan  fahişesini kiralardım.  Biraz Hayat Şarkısı gibi olurdu ama olsun.

Bu gelin ile fahişe arasındaki ilişki nedir? İleride öğreneceğiz.

Kadın hamile olduğunu söylediğinde herkes pek bir seviniyor  babası oğluna derhal bir madden yüklü bir hediye veriyor.

Gelinin dişleri kamaşıyor, tüm paralar bizim diyerekten.

Bir yaz tatilinde kaldığımız otelde bir sürü genç kadın vardı. Küçücük çocukları vardı. Üst üste doğurmuşlardı belli ki. Her bir bebeğin uzak doğulu bir bakıcısı vardı. Bu genç insanlar neden bu kadar erken evlenmiş acelesi varmış gibi nefes almadan doğurmuş diye şaşırmıştım hallerine.

Otel çıkışı cümle aile gelen ailelerin sıramızı beklerken ödedikleri otel paralarını görünce anlamıştım kadınların telaşını.

Kadın içinde yaşadıkları ailede bir yarışa giriyorlar herhalde. Ne kadar çocuk doğururlarsa ortada olan miras’ın o kadar sahibi olacaklarını düşünüyorlar.

Hayatın içinde nasıl varolursan çözümlerinde ona göre oluyor demek ki.

Dizi sokakta yerde satılan parlak ciltli aşk romanlarının içinden fırlamış gibi. Seyrederken o hisse kapıldım ben.

Artık böyle yüksek bütçelere böyle iyi oyuncularla neden kötü konular işleniyor diye üzülmüyorum.

Dün akşam oğlumla sohbet ederken doğu ile batının arasındaki farka geldi sıra. Ying Yang esas konumuzdu. İki nefes arasındaki boşlukta durmayı öğrenmekten bahsediyorduk. Nefes almak yaşam  ve bir boşluk nefes vermek ölüm ve bir boşluk sonra tekrar nefes almak diyorduk. Nefes aldıktan sonra ki boşluğun işte burası olduğunu söyledi oğlum hayatın  ta kendisi olduğunu o boşluğu hissetmenin de farkındalık olduğunu.

Doğu ve batının düşünce şeklinden bahsettik.  Doğunun  mistik bir düşünce şekline batınınsa akla dayalı bir şekli olduğunu bunun da doğal olduğunu hatırlattık birbirimize.

İnsanlık gelişim tarihleri de bunun görünür hali.

O yüzden geç gelişen halimize ilk romanlarımızın Fransız çevirileri olmasına üzülmüyorum. Sadece bilmenin hafifliğini yaşıyorum.

Orhan Pamuk Ahmet Hamdi Tanpınar’a olan hayranlığını ve onun Türk Edebiyatındaki romancılar arasındaki farkını anlatırken, söyle bir soru sorar ve cevaplar. Neden Türk edebiyatı dünya edebiyatında yer bulamıyor der. Çünkü sanatımız onlar kadar gelişkin değildir.

Bir yazarın düşündüğünü yazıyla aktarabilmesi için üç boyutlu düşünmeyi bilmesi gerekir. Oysa üç boyutu sanatın temsilcisi resim bizim ülkemizde geç gelişmiş bir sanat türüdür.

İnançlarımız da buna müsaade etmez. Peygamber efendimizin yüzünü resmetmek onu putlaştırır diye düşündüklerinden  resmedilmemiştir.

Akla ket vurmak sınırlar koymak, hiç yolculuğa çıkmamak gibidir.

Sonra Ünzile gibi köyün sınırlarını dünyanın sınırı sanırsınız.

Doğu o yüzden zihnini soyut kavramlara, hayale yöneltmiş belki de.

Güzel günlerde görüşelim efendim.