Çehov'u ne zaman okusam yazdıklarına hayran kalmadan duramam. Sanırım çok az yazar onun kadar karakterlerini canlı gösterebilmeyi başarabilmiştir. Karakterlerine tarafsız yaklaşımı neredeyse onun her öyküsünde göze çarpar. Ve Çehov'un okuduğum her öyküsünden sonra üzerinde daha fazla durmam gerektiğini, ona ve öykülerine daha fazla zaman ayırmam gerektiğine dair kendime söz veririm. İnsanın her haliyle ilgili anlattığı birkaç öyküsü mutlaka vardır, işte sırf bundan ötürü bile Çehov çok değerlidir. Tehlikeli sularda yüzmez Çehov, ne Dostoyevski gibi bilincin karanlık dehlizlerinde gezinir ne de Tolstoy gibi ruhsal huzuru arayışında insanı ürkütür. Uzattığı eli korkusuzca tutabilir herkes, ama bu tekin hâli de kimseyi rahatsız edecek kadar sığ değildir.

"Lütfen beni bir dakika dinler misiniz? dedim. Toplumda iyi bir yer ancak parayla, bir de öğrenimle elde edilir. Parası, öğrenimi olmayanlar yaşamlarını ancak beden emeğiyle kazanmak zorundadırlar, ben de bu konuda kendim için bir ayrıcalık göremiyorum."

Çehov'un olgunluk dönemi öykülerinden olan (aslında novella denilebilecek bir yapıdadır) Taşralı'nın kahramanı Misail soylu bir aileden gelir, ancak sert mizaçlı babasına rağmen ne soyun kutsal ateşini devralmaya ne de sürdürmeye hevesli.

Misail soyun önceki kişileri gibi paranın ve öğreniminin gücüyle hayatını masa başında ya da benzeri işlerde geçirmek istemez. Zaten babasının referansıyla başladığı hiçbir işte dikiş tutamaz. Bir tür doğacı, ret edicidir; kentin kalabalığında süregelen sahte gösterişe ve insanlardaki sınır tanımaz aç gözlülüğe kapalıdır. Misail bir nevi çağımızın da ihtiyaç duyduğu insan tipidir: Beden gücünün dayattığı zorluklardan kaçınmadığı gibi soydan gelen unvana, mirasa da karşıdır. Karşı komşusu olan mühendisin kızı tarafından ayartılır, ilk başlarda kızın da onunla benzer bir mizaca sahip oldukları bile düşünülür. Kısa süre içinde evlenirler ve taşrada bir çiftliğe yerleşirler.

"Sanki bize hıncı varmış gibi, soğuklar ve yağmur da mayıs boyunca sürdü gitti. Yollar bozulmuş, çamurdan geçilmez olmuştu. Kentten dönen arabalar önce bize uğruyorlardı. Ah, o ne kargaşalıktı, Tanrım! Avlu kapısından ilkin, ön bacakları ayrık, iri karınlı bir at görünüyor; hayvan içeri girmeden önce durup başıyla selam veriyordu. Atın arkasından, dokuz metre boyunda, kaygan görünüşlü, ıslak kütüklerle yüklü bir araba; arabanın yanında ise eteklerini beline soktuğu paltosuna sımsıkı sarınmış, su birikintilerine bakmadan, tepeleyip geçen bir köylü. Birinci arabanın arkasında tahta yüklü ikincisi, sonra kütük yüklü üçüncüsü, sonra dördüncüsü... Böylece evin önü atlarla, kütükler, tahtalarla dolup taşıyordu. Erkekler, başörtüleriyle sıkı sıkıya sarınmış kadınlar öfkeli gözlerle penceremize bakarak gürültü-patırtı ediyorlar, hanımefendinin dışarı çıkmasını istiyorlardı. Arada bir savurdukları kaba küfürler kulaklarımıza kadar geliyordu. Bir kenara çekilen Moisey, sanki beceriksizliğimizle eğleniyormuş gibi, olup bitenleri seyrediyordu."

Ancak taşrayla ilgili kurdukları düşler hiç de umdukları gibi gitmez, insanlar kaba oldukları kadar zorbadırlar da, üstelik kenttekiler gibi bu yönlerini gizlemekten de sakınmazlar.

"Onları orada bırakarak eve döndüm. Karım giyinik olarak yatağa uzanmıştı. Avluda olup bitenleri anlattım, Moisey'i dövdüğümü de söyledim.

-Köyde yaşamak ne korkunç! dedi. Hele şu gecenin uzunluğuna bak! Daha ne zaman bitecek?

Aradan çok geçmemişti ki gene:

-İmda-a-a-t çığlığı geldi.

-Gidip susturayım, dedim.

Karımın yüzünden tiksinti okunuyordu.

-Bırak, birbirlerini boğazlasınlar!"

Taşra artık onlar için sadece bir kâbusa değil, işkenceye de dönüşmüştür ve taşralılar da birbirlerini boğazlayan hayvanlar.

Sonuç olarak şunu kavrarlar: İnsan her yerde aynıdır; kaba, açgözlü ve zorba.

Çehov'un bu yapıtında mutlu olan bir tek kişi bile yoktur; kimisi arayışları yüzünden hata yaparak yanlış yollara sapar, kimisi çektiği sevgi açlığı yüzünden ölüme doğru yuvarlanır, kimisi de devredemediği soyluluk ateşi yüzünden yüreğini kasıp kavuran öfkesiyle birlikte kahrolur.

Ve elimizde kalan son şey ise Misail'in şu iç burkan sözüdür:

"Kendime bir yüzük ısmarlayacak olsam, üzerine 'hiçbir şey geçmez' diye yazdırırdım. Hiçbir şeyin iz bırakmadan geçmeyeceğine, attığımız her adımın o günkü yaşantımız ve geleceğimiz için önem taşıdığına inanıyorum."

Anton Çehov, Bütün Öyküleri, Mehmet Özgül, Cem Yayınevi