Netflix’te yayınlanan Bir Başkadır dizisi hakkında herkes bir şeyler yazdı. Hatta ne çok yazı yazıldı, ağzı olan konuşuyor diye hayıflananlar bile oldu.

Ben de bu konuda eksik olmamak için bir yazı yazmaya karar verdim.

Gerçekten de bu dizi temelde ağzı olan konuşsun mesajını vermek için çekilmiş bence.

Bunun en güzel örneği de Meryem’in yeni tanıştığı Hilmi ile olan ilişkisinde çok güzel ortaya çıkıyor.

Hilmi sohbetlere katılan bol kitap okuyan hatta boyundan büyük kitaplara bulaşan birisi. Öğrendiği bilgileri hazmederken aldığı hazzı etrafındaki insanlarla paylaşmaktan hoşlanıyor.

O yüzden okuduklarını kahvedeki insanlarla paylaşıyor.

Onlar da ne diyor bu adam diyerek ağzı açık dinliyorlar Hilmi’nin söylediklerini. Hilmi’yi karşısındakine dinleten şey de onun öğrendikleri karşısındaki coşkusu. Belki de insanlar o tadın kendilerine geçmesini arzulayarak dinliyorlar anlatılanları.

Meryem ilk karşılaştığında Hilmi’den hoşlanmıyor. Ağzı açık diyor. Tipsiz diyor. Zamanla onun coşkusuna kapılıyor. Hilmi şemsiyesini almaya gittiğinde oturup bir kahvelik sohbette Meryem’e hayatın anlamından bahsediyor. Ona diyor ki insanların kurumların etkisinde kalmadan insanın kendi hayatına anlam yüklemesi gerek, o zaman yaşamak çok zevkli olur. İnsanın ayakları yerden kesilir diyor.

Duygusuz bir şekilde dinliyor Meryem bir an önce evi terk etmesini istediği her halinden belli diken üzerinde oturuyor.

Ama Hilmi hiç yılmıyor her seferinde onunla konuşmak için fırsat yaratıp bildiklerini paylaşıyor coşkuyla.

Meryem hayatını evlere temizliğe giderek kazanıyor.

Aslında onun kendine özel bir hayatı yok. O yüzden bu yazdığım cümle bana tuhaf geldi. İnsanın kendine ait bir hayatı olmadıkça yaptığı hiçbir şey de sadece kendi için olmuyor.

Meryem abisi ve yengesi ile birlikte oturuyor. Yengesi iki çocuğu olmasına rağmen psikolojik rahatsızlığı olan, hayata katılmayan seyirci bir kadın. Aslında seyirci bile olduğu söylenemez. O kendi içine kaçmış kapılarını herkese kapamış birisi. Meryem evin her türlü işiyle ilgileniyor. Aile ise onu fazlalık gibi görüyor. Evlenecek evden gidecek onlar da daha rahat bir konuma kavuşacaklar diye geniş gelecek hayalleri kuruyorlar. Oysa evin günlük çarkını döndüren Meryem. Hiç şikayet etmiyor bunu o kadar doğalmış gibi yapıyor ki evdekiler bu işleyişin kendiliğinden olduğunu sanıyorlar.

Meryem temizliğe gittiği evlerden birinde yalnız yaşayan, bir telefonla çağırdığı kadınlarla sevişip onları gönderen bir adama aşık.

Erk dünyanın dişisi olarak Meryem sevdiği adama eve kadın attığı için kızmıyor. Eve gelen kadınlara kızıyor. Onları küçümsüyor.

Bu adam nefsine düşkün biri. Sevişmeyi yemek yemeği seviyor. Ama konuşmaktan hoşlanmıyor.

O yüzden evine gelen kadınlar tıpkı onun gibi ondan istediklerini alıp çekip gidiyorlar.

Bu benim gözlemim, ben de bir manic depresif olarak hastalığın ağır olduğu dönemlerde psikolog dışında ailem tarafından hocalara götürülmüştüm.

Orada çok fazla psikolojik rahatsızlığının belirtisi bayılmak olan kadınlara rastlamıştım.

Ben bayılmadığım halde onlar neden bayılıyor diye çok düşünmüştüm. Bayılmanın psikolojik bir sıkıntı olarak görülmesine kafam basmamıştı.

Bu kadınlar fark edilmek için bayılıyor numarası yapıyor herhalde demiştim.

Şimdi ruh durumlarını daha çok öğrendim.

Depresyon demek aslında içinde bulunduğun durumu değiştirememe sıkıntısı. İçinde bulunduğu somut gerçekle baş edemeyince insan bir sıvışma ihtiyacı hissediyor. O yüzden birçok hasta ruhunun bedeninden ayrıldığı tanımlamasını yapıyor depresyon hali için.

İşte ayrılma halini beceremeyenler de düşüp bayılıyor.

Bilinçaltımız bize bayılma emrini veriyor belki de. Ya da kapanıyor aniden. İstemsizce kendimizden habersiz yığılıp kalıveriyoruz.

Meryem de kendine itiraf edemese de yaşadığı hayattan dolayı sıkıntısını bayılarak etrafına anlatmaya çalışıyor.

Konuşmak kendini anlatmak için bir psikologa gitmesini öneriyor bir doktor. O da kendini yaşadığı hayattan içine düştüğü imkanlardan dolayı farklı üstün gören bir doktora denk geliyor.

Psikolog kendi psikoloğuna “Düşünebiliyor musun? Benimle konuştuklarını mahalledeki hocaya anlatacakmış. Bunlar da her yerdeler ne çok oldular artık” diyor.

Karşısındaki kadın ise onu dinlerken nefretle “asıl çok olan sensin” diyor.

Dizinin her bölümünün jeneriğinde ayrı bir Ferdi Özbeğen şarkısı çalıyor.

Eski İstanbul görüntüleri var. Başta anlamamıştım neden böyle olduğunu ama sonra bir eleştiri yazısı okuduğumda anladım nedenini. Dizinin başında ve sonunda Maurice Pialat’nın Bosphore adlı kısa filminden kesitlermiş seyrettiklerimiz. 1964’te Türkiye’ye gelip çektiği altı belgeselden birine aitmiş bu görüntüler. O dönem Pialat demiş ki Türkiye geleneklerini terk etmeden geleceğe dair yeni bir anlam ararken karşısında talihsizlikler buldu.

Ayrıca bu bilgiyi edindiğim Güvenç Atsüren’in eleştiri yazısına da teşekkür etmeyi borç biliyorum. Çünkü yazılan bir sürü yazının içinde en aydınlatıcı yazı benim için onun yazısıydı.

Ferdi Özbeğen de yabancı şarkıların üzerine söz yazdığı için burada onun şarkıları seçilmiş.

Tam arafta olma hali kendi kültürünle yabancı olanı çiftleştirme arzusu karakterlerin yaşamlarında seyirciye gösteriliyor.

Meryem sevdiği adamın evinde kahve yapmayı öğrenmiş. Ama Türk kahvesini de kendi evinde gayet güzel pişirebiliyor.

Psikolog olan kadının başörtülü kız kardeşi acayip nefret dolu biri. Kocasına kendi ailesine sürekli duygusal şiddet uyguluyor.

İki kadın sürekli çatışıyorlar.

Meryem’in psikoloğu ise evin prensesi o ne derse oluyor. Kadın evdeki hükümranlığını dışarıda uygulayamadığı için öfkeli.

Neyse çok fazla şey yazdım.

Mutlaka seyredin ve siz de hayatın anlamını düşünün. Kendinize has bir anlam katıp katmadığınıza karar verin. Ve bunu insanlarla paylaşın.

Güzel günlerde görüşelim ve görüşmelerimiz iyiliklere vesile olsun.