İzmir Bostanlı doğumluydu. Doğduğu ev bir yalıyı andırıyordu. Deniz kıyısında üç katlı geniş bahçeli bir evdi. Sonra zaman değişti. O evler yıkıldı, apartman oldu. Doğduğunda evinde piyano vardı, şimdi de var. İngilizceyi su gibi, Fransızcayı hallice, İspanyolcayı işini çözecek kadar biliyordu. Burjuvalık bir kültürdür. Şu hayatımda tanıdığım bu kültüre haiz belki tek kadındı. Kadının adı Helen olsun. Çünkü bu topraklarda dün, bugün ve yarına dair tüm olumlu kültürel değerleri taşıyordu. Lakin beyazdı. Ne kadar derin hümanizmaya sahip olsa da, öteki ile hiç bağı yoktu. Yani diyeceğim şu ki bir kediyi bile çok sevdi ötekinden… Çelişki değil bu, beyazlar genelde öyledir.

İzmir dünya yoksullarının başkentidir. Kürtlerden, Çingenelere, ilçelerden, komşu şehirlere, nerede bir yoksul varsa İzmir’de bir yaşam alanı kurabilir. Her bütçeye uygun bir hayat kurmak mümkündür.

Helen benim ev sahibimdi. Asansör semtinde bulunan eskimiş bir apartman dairesinde oturuyordum. Muhtemelen Helen oraya üç beş defa gelmemiştir ömründe ve kendi bile kaç mülkü vardı bilmiyordu. Kira işleri için bir şirket kurmuş, oradaki personel uğraşıyordu. Avrupa görmüş bir iş kadını olarak tüm gelirlerini vergilendiriyor ve sigortalı personeller tarafından idare ediyordu.

Tanıştık onunla, bir vesile ile. O gün bu gündür benim yakın arkadaşımdır Helen. De ki yirmi yıl oldu. Hala bende bir işyerinin anahtarı var. Velev ki İzmir’de evsiz kalırsam gidebileceğim bir yer olsun diye…

İzmir güzel şehir.

O yıllarda doğuda düşük yoğunluklu savaş tüm şiddeti ile sürüyordu. Kürtler kitleler halinde İzmir’e göç ediyordu. Öyle ki İzmir’in dağını taşını satın alan da Kürt, dükkanlarını işletenler de, atölyelerinde, inşaatlarında ter dökenler de Kürt’tü.

Bu denli yoğun göçün olduğu şehirde elbette bazı kesimlerde endişeler oldu. Özellikle kirli savaşın ideolojik bombardımanı toplumun geniş kesimini etkiliyordu. Bunlardan biri de Helen’di. Kürtleri topyekun bu ülkeden sürmek veya onların üstüne bombalar atarak yok etmeye kadar değişik düşünceler taşıdı, bu özünde hümanist, beyaz Türk kadın.

O zaman sormuştum ona; Bir Kürt tanıdığın var mı? Asla demişti. Düşmanı olduğu bu halkın bir üyesini bile tanımıyordu.

Rojda 17 yaşında, Mardin göçmeni bir inşaat işçisinin kızı. Abes bir cümle olacak şimdi bu ama şu DNA’sına bakılsa yüzde yüz Kürt çıkardı. Öyle belirgindi Kürtlüğü… Sadece kırık Türkçesi ve şivesi değil yani.

Helen’e rica etmiştim. Bir çocuk var adı Rojda bunu senin ofiste işe al. Birini işe al dediğimde asla ama asla hayır demeyecek kadın, Kürt lafını duyunca ikiledi, ayak diredi. Sonra başka işyerlerinde istihdam ederim diye pazarlık yaptı. Ona Balzac, Hemingway, Latife Tekin, Amin Maalouf hatırı koydum araya yetmedi, şu Antakya hatırını zorladım. Nihayet Helen’in hayatına bir Kürt kızı girmiş oldu.

Siz değerli okur, şu Rojda’yı tanısanız asla eee ne olacak 17 yaşında bir çocuk demezdiniz… Nice insanlar tanımış ve biriktirmiş biri olarak Rojda kadar çalışkan, toparlayıcı ve kendi kimliği ile var olan bir insan tanımamışım.

Helen, üç beş ay çok zulüm etti Rojda’ya. İş hukukunda buna resmen ve açıkça mobbing denirdi. Fakat Rojda yılmadı. Tüm defansları, bir doğal gerçeklikle bazen de tartışa tartışa aştı. Muhabbetleri öyle bir yere vardı ki, Rojda’nın evine gitmeler, Kürt mahallelerindeki düğünlere katılmalar, yani aile dostu dediğimiz şey gibi bir ilişki oluştu.

Helen’in birçok Kürt ahbabı oldu. Rojda hala aynı şirkette çalışıyor. Hatta şunu söyleyebilirim ki Cumhurbaşkanlığı seçiminde AKP iktidarını zayıflatmak adına Helen oyunu Selahattin Demirtaş’a vermiş ve bunu özel, iş ve kamusal alanda beyan etmiştir. Nereden nereye…

Yeter ki öteki ile temasınız olsun…

Bitmedi.

Helen yakın geçmişte onun deyimi ile bu dincilere sardı. AKP politikalarına kızıp tüm Müslümanlara topyekun düşmanlık taşıdı. Bunu sosyal medyadan yaptığı paylaşımlarla aşikar kıldı. Baş düşmanı başörtülülerdi. Bu AKP politikaları sonucunda olmuştu. AKP’nin adam kayırmacı, iş kayırmacı lanet politikaları sonucu öfkesini, dindar kesime yöneltmişti. Oysa Helen çocukluğundan bu yana oruç tutan bir kadındı. Din ile mesafesi yoktu. Dindar bile sayılırdı.

Zehra, Dokuz Eylül Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi mezunu ve uzun süre işsiz başörtülü bir kadındı. AKP iktidarı öyle her başörtülüye bir iş imkanı tanımadı. Kendinden olana, taraftarı olana militanı olana, fayda gördüğüne açtı kapıları… Uzun süre işsiz kaldı Zehra. Her yere başvurdu. Sınavlarda çok iyi puan alıyor, mülakatlarda eleniyordu. Aklı başında, ortalamanın üstünde yetenekli, ahlaklı ve entelektüel dünyadan haberdardı. Lakin İşsizdi.

Helen’e demiştim; İyi bir insan var, işsiz, lakin başörtülü bunu işe al...

Helen onun deyimi ile “türbanlı” birini asla işe almayacağını söyledi. Kendince saydığı gerekçe ve kaygılarla. Başörtülü birinin iş bulamamasına da kendince pek inanmadı. Çok tartıştık ikna edemedim. En sonunda “Yahu İzmir İktisat Kongresinin hatırına ya” demiştim. Ne alakaysa.

İşe başladı Zehra, Helen’in yanında. Zehra çok zor günler geçirdi bence. Helen ona iyi davranmadı önceleri. Yine tüm bunlar aşıldı. Zaman ve birbiri ile iletişim, etkileşim neticesinde araları gayet iyiye gitti.

Öyle ki Helen, Zehra’nın doğum gününde ona başörtüsü ve secde hediye edecek kadar birbirine hürmet ve anlayış gösterdi.

Öteki ile bağımız yoksa, tanımıyorsanız birbirinizi, düşmanlık taşımanız yüksek ihtimal. Tanışmak kaynaşmak iyi bir sosyal çözüm.

Yusuf Ankara’da Çankırı caddesinin arka sokaklarında bir kahvede ocakçıydı. Sigortası bir ay yatar bir ay yatmazdı. Olsun işi vardı. Yevmiye alırdı. Bu yevmiyenin miktarı her zaman asgari ücretin bir tık üstünde tutardı. İsterse yedi gün isterse beş gün çalışırdı. Sonuçta patronu ona yevmiye veriyordu. İşe gelirse para alır, gelmezse almazdı. Çalışma süresi ortalama 12 saatten az değildi. Bu şartlarda milyon insan var çalışan…

Suriyeliler Ankara’ya göç ettikten sonra hayatı değişti. Patron onu işten çıkardı. Yerine bir Suriyeli aldı. Üstelik üçte bir fiyatına. Yetmedi… Yusuf evinden de oldu. Ulus-Altındağ civarındaki gecekondusunu ev sahibi tam iki buçuk kat fazla kiraya iki Suriyeli aileye kiraladı. Suriyeliler Yusuf’u hem işinden hem de evinden etti. Öyle inandı. Üç yıl önce basına da düşen Çankırı Caddesinin arka sokaklarında Suriyeliler ve Türkler arasında cereyan eden bir kavga oldu. İşte o kavganın nedeni bu olaydı. Basına başka başka yansısa da…

Ne oldu? Ülkemin en yoksul kesimi ile Suriyeli göçmen karşı karşıya geldi. Düşman oldu. Bu düşmanlık her geçen gün bir sosyal faciayı tetikleyecek boyutta yükseliyor.

Toplumun önemli bir kesimi Suriyelilere öfke duyuyor. Zaten bu ülkenin beyazı da, yoksulu da düşmansız yaşayamaz…

Hele ki mesele iş, aş, barınma gibi sahih bir mesele olunca. Gelecekte daha büyük felaketler mümkün.

Evet yaklaşık resmi üç buçuk milyon, resmi olmayan rakamlara göre de yarım milyon Suriyeli büyük bir nüfus. Üstelik insanoğlu işte kendi sorunları ile gelir ve var olur. Gelenler de sıradan halktır öyle mübarek insanlar da değil, Süpermen de değil. Şöyle düşünelim, Halep’in bir köyü varsayalım. Köy tüm halkı ile göç etti. Bu halkın içinde, hırsızı da var, işçisi de, kumarcısı da, dindarı da, tacizcisi de, vicdan sahibi de, işsizi de, zanaat sahibi de. Diyeceğim o ki, halk işte, gelen kendi derdi ve varlığı ile geliyor.

Suriyelilerin getirilmesi politiktir. Tamam bu doğrudur, fakat sonrası bu bir vakadır, ortada bir sorun var. Oturup düşmanlık beslemek yerine çözüm üstüne düşünmek gerekir. Suriyelilerle ilgili onlarca yazı okudum. Hiçbiri bir çözüm önermiyor. Sadece gitsinler ya da kalsınlar teoremini destekleyen yazılar. Gerçi devletin dahil kimsenin bir çözümü yok sanırım.

Göçmenlik tüm dünyanın problemi. Nasıl çözülmeli?

Göçmen bir ülkeye can havli ile göçer. Yeni ülkede aradığı üç şey şudur; Güvenlik, barınma, yaşamı idame ettirme…

Bu nedenle göçmen bir ülkeye göç ederken şu şehir güzel felan aramaz.

Benim düşüncem şudur; Konya-Ereğli arasında mobilya şehri, Ankara, -Şereflikoçhisar arasında tarım şehri, Kütahya-Tavşanlı arasında ise zanaat şehri inşa edip tüm gelen göçmenleri bu şehirlere yerleştirmek.

Bu şehirlerde zorunlu ikamet süresi beş yıl yapılmalıdır. Barınma, eğitim (Türkçe ve meslek eğitimi) ile iş sorunu çözülmeli. Bu şehirlerde beş yıl yaşayan, meslek öğrenen, yeni kurulan iş alanlarında çalışan, Türkçe öğrenen ve oryantasyonunu tamamlayan her Suriyeli başka şehre isterse gitme veya bir Türkiye Cumhuriyeti yurttaşı gibi haklara sahip olmalıdır. Tabi geri dönmek isteyen de dönebilir.

Bu şehirlerin kurucu valiliğine de bir kararname ile Lütfü Bergen atanmalıdır. Çünkü tarım kent, zanaat kent üstünde ciddi araştırmaları var. Bu işin pratik problemlerini ancak Lütfü Bergen çözebilir.

Yoksa ne oluyor?

Suriyeli genç kızlar kendine Ensar diyen utanmaz deyyus adamlar tarafından iki bin Türk lirası ile satın alınarak kendilerine üçüncü hatta dördüncü imam nikahlı eş olmaya devam edecekler.

Suriyeliler tek göz odalarda insanlık dışı şartlara büyük paralar ödeyecekler.

Suriyeliler ucuz işgücü olarak piyasaya düştüklerinden, yoksul Türkiye halkları ile karşı karşıya gelmeye devam edecekler.

Suriyeliler insan kaçakçıları tarafından Ege Denizi ve Meriç nehrinde boğulmaya devam edecekler.

Suriyelileri AKP dış ve iç politikada bir koz olarak kullanmaya devam edecektir. Oysa bunlar insan, sayısal rakam değildir.