Urfa Suruç’ta, Allahın kullarını sıcakla imtihan ettiği bir yaz günü, arka caddedeki çay ocağına sığınmış, zamanın geçmesini bekliyordum. Zaman geçmek bilmiyordu. Çay ocağındaki vantilatörün kendine hayrı yoktu.

Dışarısı cehennem gibiydi.

Çay ocağının duvarı Yılmaz Güney posterleri ile kaplıydı. Biraz dikkatle bakarsanız o posterlerin dökülen duvar sıvasını kapatmak için bu denli sık ve gelişi güzel asıldığını anlardınız.

Zaman geçmek bilmiyordu.

Çay ocağındaki uğultu, kaçak tütün dumanı, sıcakla buluşunca ciddi anlamda baş ağrısı yapıyordu. İçilen çayların ağızda bıraktığı acımsı tadı, ara sıra içilen gazoz ve ayran ile gidermeye çalışıyordu insanlar. Herkes kaçak tütün içerken, Maltepe sigarası içiyordum. Lakin yine de aklımın bir köşesinde, böyle berbat sigara ürettikleri için bu firmayı mahkemeye vermeyi tasarlıyordum. Şayet devrim olursa halk mahkemelerine vereceğim şikâyet dilekçesini çok defa kafamda yazmıştım, devrim olmazsa ise esaslı avukatlar aracılığıyla bu şirketi mahkemeye vermeyi aklıma koymuştum bir defa.

Herkesin birbirini tanıdığı bu şehirde kimseyle temas etmeden zamanın geçmesini bekliyordum.

Nihayet üç aşağı beş yukarı zamanın geldiğini düşünerek resmi adı Onbirnisan ama halk arasındaki adı Aligör kasabasına doğru gitmek üzere çay ocağından çıktım. Zaman zaman bazı sebeplerden ötürü yürüdüğüm bu yolun kaç adım tuttuğunu dahi hesaplama girişimim oldu. Özellikle gece yarıları. Özellikle çok korktuğum zamanlarda. Allah var! İnsan gece yarıları bu yoldan korkmalıydı. Öyle cıpplerde (kuyularda) kaldım, ağaçların tepesinde kaldım, mezarlıklarda uyudum falan filan dememeli, bu yoldan korkmalıydı. Yol altı ya da yedi kilometreydi ve eğer tarlaları iyi bilirseniz ve yağmur yoksa 2 saate yakın sürerdi. Yağmur demek, çamur demekti. Çamur yürüme ritmini epey azaltır. Ayakkabıya biriken çamur ayağı hantallaştırır hatta sersemleştirirdi.

Şimdi ise hareket etme zamanı gelmiş bir minibüse binecektim.

Aracın içi yine sıcaktı.

Nihayet Aligör’de herhangi bir ağacın değil de, kararlaştırılan bir ağacın altında gelecek olanı bekledim. Gelecek kimdi? Değerli okur ben de senin bildiğin kadar biliyordum gelecek olanı. İns mi cin mi, kadın mı erkek mi genç mi…?

Gelmedi gelecek olan. O yıllarda, bekleyip de gelmeyen nice insan gibi. Haber gibi.

Gün akşama dönüyordu. Bu tekinsiz coğrafyada karanlık ise ölümle imtihandı. Bahçelerin birinde bir taş duvara sırtımı dayayarak, taş kesildim. Toprakla, taşla, rüzgarla, geceyle bir olup kımıldamadan sabahı bekledim. Uyku tavşan uykusuydu. Yazdı, gökte yıldızlar vardı, hava hala sıcaktı, gece uzun, ama yüzlerce geceden bilirdim ki, sabah olacaktı.

Sabah ezanından sonra başlayan araç hareketliğini hesaplayarak, uygun zamanda Antep-Urfa karayoluna çıkıp Urfa’dan gelen araca binip Birecik’te indim.

Birecik güzel bir şehirdir. Bu kentte bir kadına aşık olmuştum zamanında. Kadın beni sevmişti. Ben onu sevmiştim. Sevdim ve sevildim bu şehirde. İnsanı diri kılan tüm duygu ve düşüncelerin en güzelidir sevmek ve sevilmek.

Fırat nehri, nehir üstündeki güzel köprü, kelaynak kuşları, Arnavut kaldırımlı çarşısı ve halkı Birecik’i daha anlamlı kılıyordu.

Fırat nehrine doğru taş sektirirken, bazı dertlere deva olan uzun boylu iyi bir adam geldi, bu sefer dertlere deva olamayacağını söyleyerek ayrıldı.

Bir garip yalnızlık, teklik, bir başınalık, terk edilmişlik duyguları içinde Birecik çarşısını adımlayıp durdum, bir yukarı, iki aşağı… Rahmetli Selim Yeşilova derdi ki “Kararsızlık provokasyon yaratır.”

Selim Yeşilova’yı tanır mısın değerli okur?

1995 yılında Diyarbakır’da yargısız infaz edildi öğrenci arkadaşları ile. 1990’lı yıllarda Bin Operasyon adı altında öldürülen yüzlerce gençten biriydi.

“Siyaset dünyanın en gereksiz, hatta çirkin işlerinden biridir. Normal koşullarda mevcut siyaset teorisinde ve yasasında kendine saygısı olan asla siyaset yapmaz. Yapmamalı. Tabi ideolojik doğal olarak ütopik siyaset olan sosyalizm, İslam, Turan, Kürdistan gibi değerler siyasetinden bahsetmiyorum. Mevcut reel siyasetten bahsediyorum. Bunca yıl ısrarla ve ısrarla bir parti kurup meclise gitmenin çabasının temel nedenlerinden biri de işte bu Bin Operasyonu yargılayabilmekti. Yapamadık fakat gelecekte bu yapılmayacak anlamına gelmez. Anadolu halkları demokratik bir ülke kuracak, bağımsız adalet mekanizması kuracak, o zaman mahkemelerde Bin Operasyonun uygulayıcılarını, karar vericilerini ve tüm suçluları Türkiye Cumhuriyetinin bağımsız mahkemelerinde yargılanacaklar.

Umut var, yargılayacaklar!”

Nihayet Fırat nehri kıyısında bir karara varmanın, bir plan yapmanın rehaveti ile bir ağacın gölgeliğinde uyudum. Gün öğleden sonrasıydı. Bir otobüse binip Urfa’nın Bozova ilçesine vardım. Yine sıcaktı. Allah kullarını yine sıcağı ile sınıyordu.

Kürtleri severim. Müthiş vefalı, misafir sever, hürmetli, kadirşinas insanlardır. Yıllar önce Mersin’de Demirtaş mahallesinden Kazanlı beldesine dek kah sırtımda, kah koluna girerek, kah öyle kah böyle getirdiğim ve uzun süre ağrısına, sızısına baktığım bir Kürdün kapısının önündeydim. Zor zamanlardı. O kürdün böbrek ağrısı tuttuğunda, kendini yerden yere atardı. Böbrek taşları aşağılık şeylerdi. Düşman başına, hatta onların başına bile gelmesin. Öyle kriz anlarında ona küfürlü sloganlar öğretmiştim. İyi de gelmişti ona. Şimdi bu sloganları burada yazmak doğru değil sanki. Çok erkek egemenci, homofobik, dışlayıcı gelebilir.

Bu sloganları yazarsam, kentli, entel dantel, kadın, erkek ve eşcinseller mırın kırın ederler. Yazılmasın da, mırın kırın da edilmesin…

İnsan psikolojisi öyle işte… O zamanlar bu küfürlü sloganlar keskin bir ağrı kesici gibi işe yaramıştı. Ne olsun yaşımız yirmi bile değildi ve hayat hakkında o kadar biliyorduk işte.

Kürtler güzel insanlardır.

Bozova’da o bahçeli evde, sanki serin bir rüzgar esiyordu. Bir dosta inanmanın, güvenilen bir dostun evinde uyumanın mutlulukla ilgisi vardı. Tavşan uykusundan, okyanus uykularına daldım. De ki aylardır öyle güvenli ve derin bir uyku uyumamıştım.

Derdimi dostuma anlattım. “Zor ama bir bakacağız” dedi.

Evde bir Türkan Şoray filmi izlerken, o dışarı çıktı. Gün akşam olmuştu, adam geldiğinde. Nihayet Akçakale’de Mavinehir sokakta saat 2’de takım elbiseli bir adamla buluşacağımı ve onun dertlerime derman olacağını söyledi.

Bir gece daha güvenli uyumanın rahatlığı ile ertesi gün, eski dostuma sarılarak evden ayrıldım. Akçakale’nin yolunu tuttum. Mavinehir sokağını buldum, çevresini kıyısını, bucağını gezip öğrendikten sonra, zamanın geçmesini bekledim. Nihayet zaman geldi ve tam saatinde sokağın aşağı kısmından yürümeye başladım. Krem rengi takım elbiseli, bembeyaz gömlekli bir adam sokağın diğer ucundan yaklaşıyordu. Nihayet adamla kırk yıllık dost gibi sarıldık.

-Merhaba ben Yılmaz Güney, dedi.

Adam gerçekten Yılmaz Güney’e benziyordu. Seyithan, Umut, Arkadaş, Pire Nuri, Bir Çirkin Adam, Zeyno, Kaçaklar, Belanın Yedi Türlüsü gibi izlediğim filmleri düşündüm, gerçekten benziyordu bu adam Yılmaz Güney’e. Daha önemlisi adam tam Yılmaz Güney’i taklit ediyordu. Sonraki zamanlarda anladım ki bu taklit değildi. Doğal davranış özümseme diyelim. Çünkü adamın üstüne cuk diye oturuyordu Yılmaz Güney karakteri.

Sevmiştim adamı. Hayata öyle bakardım o zamanlar ve şimdi de. Eğer birini seversem yol yürürdüm, sevmezsem ne yapar eder oradan ayrılırdım.

Bazen uzun, bazen kısa zamanlar geçirdim yıllar içinde Yılmaz Güney’le. Gerçek ismi bu muydu hiç sormadım. Bir gün Kömürler ilçesinden çıkarken yol kontrolünde polisin onunla Yılmaz Güney muhabbeti yaptığına şahit oldum. Kimlikteki adının Yılmaz Güney olduğuna kanaat ettim, fakat hiç sormadım.

Müthiş biriydi. “Halkın Dostları Kimdir?” diye sormuş Lenin Türkçe’de yayınlanan bir kitabında. Hatta Halkın Dostları diye bir dergi bile çıkmıştır Türkiye’de.

Bilmiyorum onu, bunu. Bildiğim tek şey bu Yılmaz Güney’in gerçekten halkın dostu olduğudur. Hayatının tümüne vakıf olmadığım bu adam hakkında hissettiğim şey şuydu; Ömrünü halkın dostu olmaya adadığıdır.

Yılmaz Güney 2008 yılında Ceyhan’da kalp krizinden öldü. Ölmeden önce yaklaşık 6 yıl mutlu bir hayat yaşadı.

Akçakale’de o sokak başındaki buluşmamızdan ölümüne dek arkadaşlığımız sürdü. 2002 yılında bana sığındı. Nasıl ki ben ona 1990’lı yılların ikinci yarısında sığındıysam.

2002 yılında, onu Antep’ten Allahın unuttuğu çamurlu sokaklardan Cindere semtinden alıp, Ankara’ya götürdüm. Hastaydı. Uzun süre tedavi oldu.

Ankara’yı hiç sevmedi. Bir gece bindik otobüse Ceyhan’a geldik. Her insanın bir şehri olmalı. İşte Ceyhan gibi. O şehre vardığımızda Yılmaz Güney’in içini huzur kapladı.

“Arap ben bu şehirden ayrılmam, bu şehirde ölecem” dedi. Ceyhan’ı bilirsiniz Yumurtalık şehrinin hemen yanı başındadır meraklısına.

Bir çay ocağı açtık, bir ev kurduk, Ceyhan yerlilerine, Kürtlerine ve Çingenelerine Yılmaz Güney’i teslim ederek döndüm Ankara’ya.

2008 yılında dostlar arasında muhabbet ederken, hatta anlatılanlara göre bir kahkahanın ardından gelen kalp krizi ile öldü.

Bu dertli corona günlerinde evde gönüllü hapsolmuşken, şehirlerden ve iyi insanlardan konuşma, anlatma ihtiyacı duyuyor insan.

Unutulmasın…

Bu Anadolu’dan iki Yılmaz Güney geçti. Biri Fransa’da ölen sinemacı Yılmaz Güney, diğeri Ceyhan’da ölen halkın dostu Yılmaz Güney’dir.