Felsefenin bilgelik ve hayatın anlamını irdeleyen son yazımıza devamla bu yazımızda felsefe, bilim, din ve sanatın hayatı nasıl anlamlandırdığını açıklamaya çalışacağız.

İnsan, bir akıl varlığına sahip olması nedeniyle, dünyayı ve dünyada olup bitenleri anlayıp açıklamaya yönelir. Söz konusu anlama ve açıklama faaliyeti, onun tek tek olguları ve görünüşleri aşarak bütüne ve nihai gerçekliğe ulaşabilmesiyle mümkün olur. O, bu çabasını bilim, felsefe, sanat ve din üzerinden gerçekleştirir. Şimdi bu konuya biraz daha detaylı bakalım.

Felsefe, bilim, din ve sanat, birbirlerinden önemli farklılıklar gösteren dört disiplindir. Bu dört disiplin, insanlığın düşünsel tarihi sürecinde, en azından bazılarının (en belirleyici de felsefe ile din arasındaki zıtlık) birbirleriyle çatıştığı mevcutsa da hepsinin tek bir ortak noktası vardır. Bu ortak nokta, onların varlığı ya da dünyayı anlamlı kılmaya kalkışmalarından ve bunu algısal görünüşlerin daha ötesine geçerek yapmalarından meydana gelir. Örneğin, bilim insanları, insan tarafından algılanan dünyada olup bitenleri birtakım (bilimsel) yasalar üzerinden açıklayıp anlamak amacıyla gen, elektron ve molekül benzeri teorik nesnelere başvurur. Yani bilim insanları dünyayı söz konusu nesneler üzerinden açıklayıp, sadece akıl yoluyla kavranabilir olan birtakım (bilimsel) yasalar yoluyla anlamlı hale getirir. Din de, görünüşte bilim gibi dünyanın kaotik olmayıp bir düzen sergilediğini kabul eder. Fakat bilimin söz konusu düzeni doğaya içkin nedensel yasalar üzerinden açıkladığı yerde, din onu doğal düzene aşkın bir varlığın amaçlı ve yaratıcı eylemi yoluyla anlamlandırır. Dinin bu aşkın yaratıcı varlığı hiç kuşkusuz ki erişilemeyen, bilinemeyen ve somut olarak da (bilimsel manada) asla kanıtlanamayan Tanrıdır. Dinin dünyayı Tanrı'nın yaratıcı eylemiyle anlamlı kılarken sanatın söz konusu anlamlandırma etkinliğini, sanatçının yaratıcılığına bağladığını söyleyebiliriz. Buna göre, sanatçı duygularını ve sınırsız olarak ifade gücünü kullanarak maddi dünyaya onun kendisinde bulunmayan bir anlam katar. Bu durum hiç tartışmasız felsefe için de çok geçerli bir hakikattir. Felsefe de dünyayı, görünüşlerinin gerisindeki hakikate ulaşmanın kendisine verdiği temsil ve açıklama olanaklarını kullanarak anlamlı hale getirir.

Felsefe, bilim, din ve sanatın hayatı anlama ve anlamlandırma biçimlerinde çok önemli farklılıklar vardır. Bunlardan bilim ile felsefe bütünüyle rasyonel bir temel üzerinde yükselirken, din ile sanat güçlerini ve temellerini akli bir kaynaktan almaz. Kaynağı rasyonel değil de ilahi olan dinde, insan, varlığın ve Tanrı'nın yaratıcı eylemi yoluyla anlamlandırmasını ifade eden dini algıları ilahi mesaj yoluyla öğrenir. Başka bir deyişle dinin bakış açısından, insan, birtakım dini ve ahlaki manadaki doğruları, kendi başına bulamaz. Çünkü dine göre insanın böyle bir yeteneği ve kudreti yoktur. Bu yüzden, dinde temel tavır, mutlak ve mutlak olarak teslimiyettir. Zira dindar kişi, Tanrı'nın arzusu önünde, alçakgönüllülükle boyun eğen kişidir. Dolayısıyla da dinsel değerler veya dini ifadeler sorgulanamaz, tartışılamaz.

Bu konudaki diğer yazılarımda da birkaç kez belirttiğim gibi, din bir şeyi anlama veya bilgi edinmenin ötesinde bir şeydir. Bir şeyi anlamak değil, onu bilgisizce ve anlamaksızın, tartışmasız kabullenmedir. Bilmeyi değil, imanı, adanmayı ve tapınmayı vurgular. Din, insanların yaşamlarında ne yapıp ne yapmayacaklarını akıl ve bilim yoluyla değil, kutsal kitap ve peygamberin söz ve tutumlarıyla belirler, onların gücüyle onları toplumda egemen kılar. Bu yönüyle din işlevci ve davranışçıdır, yani din kişinin içinde gözlenebilir, ölçülebilir davranış ve eylemlerini kişinin özgür iradesine bırakmadan toplumsal değer yargılarını düzenleyerek sosyal yapı sistemi oluşturmakla meşguldür. Dinler insanların, dinin öğretilerini kabul etmeleri, fikir yapılarını ve yaşamlarını bunlara uygun şekilde oluşturmaları için bağlayıcı ve zorlayıcı yaptırımlar getirmişlerdir. Bütün dinler insanların düşünlerine değil, duygularına hitap ederler. Eğitim gibi zahmetli ve uzun vadeye tahammülleri olmadığından, kısa vadede hedeflerine ulaşmayı amaçladıklarından insanların kar ve zarar duygularına hitap ederler. İşte bu yüzden de dinsel bilgi, anlama ve algılama güçlüğü çeken, düşünme yapmayan eğitimsiz insanlar tarafından çok itibar görür. Dinsel bilgi, gerçeğin bilgisi değildir. İnsanın hayal, tahayyül, duygular ve sistemsiz aklı ile spekülatif olarak ürettiği bilgidir. Bu manada dinsel düşünüşün en önemli özelliği, sorgulama yapan felsefe olmak değil, dini savunmak amacıyla yapılan düşünme olmasıdır.

Din ile söylediklerimizin bir kısmı sanat için de geçerlidir. Şöyle ki; dünyaya anlamı, sanatçının biraz da Tanrı'nın yaratıcılığını çağrıştıran yaratıcı eylemi ve ifade gücü yoluyla sokan sanat da akıldan ziyade, yaratıcı sezgiye, yani hayal gücüne dayanır. Bu, sadece sanatçı için değil, fakat sanat eserinin alımlayıcısı için de böyledir. Sanatın alımlayıcısı da bir tabloya bakarken, bir şiir okurken, bir müzik eserinin coşkusuna kapılırken, sezgisine ve duygularına dayanır. Daha da ötesi, sanatta dünyaya katılan anlamın en önemli bileşenini ortaya çıkartan güzellik, sanat alanında da rasyonel tartışmaya ve sorgulamaya pek gerek olmadığı aşikardır. Çünkü modern estetiğin azımsanmayacak bir bölümü için öznel ve göreli değer olduğu kabullenilen bir gerçektir.

Demek ki bilim ve felsefe, din ve sanattan rasyonel bir temele dayanma, anlamlı kılma ve açıklama faaliyetine aklı katma noktasında farklılık gösterirler. Bunu en iyi bir biçimde Antik Yunan'da milattan önce altıncı yüzyılda gerçekleşen mitolojiden felsefeye ve dolayısıyla muthostan logosa geçiş olgusunda görebiliriz. Muthos efsane anlamına gelmekte olup mitolojide ortaya konan açıklamanın, dünyada olup bitenleri Olympos dağında oturan ve pek çok özellikleriyle insana benzeyen tanrıların marifet ve eylemleriyle izah eden açıklama olduğu söylenebilir. Logos ise sosyoloji, psikoloji, biyoloji, jeoloji gibi benzeri bilim, akıl ve rasyonel açıklama anlamına gelir. İşte tarihte tam da bu anlamda felsefenin Antik Yunan'da, muthosun yerini logosun almasıyla başladığı kabul edilir. Çünkü muthosta, tekil olayların doğaüstü nedenlerle açıklanması söz konusu olup, bu açıklama sorgusuz sualsiz kabul edilirdi. Oysa bilim ve felsefede tek tek olayların gerisine geçilerek, doğal olaylar sorgulanarak akıl yoluyla açıklanır. Bu yüzden de bilim ve felsefe arasında herhangi bir ayrımın olmadığı bir çağda yaşayan Thales (M.Ö. 624- 546), Batılı anlamda ilk filozof ve bilim insanı olarak kabul edilir. Elbette Thales sadece felsefeci olmadığı, onun astronomi ve matematiğe dair çalışmaları olduğu tartışma götürmez. Ancak Thales'in ilk bilim insanı ve ilk filozof olarak kabul edilmesinin en belirleyici nedeni, onun ''doğal olayların, doğaüstü güç ve nedenler yoluyla değil de doğal nedenleriyle açıklanması gerektiği'' şeklindeki görüşünün kabullüdür. Buna göre, doğadaki olaylar tanrıların hikmeti ile izah etmekten oluşan açıklama, efsaneye dayalı bir açıklamadır ve bu açıklama özü itibariyle, belli bir olaya ilişkin genelleştirilemeyen, hiçbir şekilde test edilip sorgulanmayan ve sadece kabul edilmesi istenen bir açıklamadır. Oysa olup bitenleri veya doğadaki değişmeleri, tamamen doğal nedenlere dayanarak yapılan açıklama, bütünüyle akli ve test edilebilir bir açıklamadır. Daha açıkçası, akla dayalı, anlamlı kılma çabasından oluşan bilim ya da felsefede sunulan açıklama evrensel bir açıklama olmak durumundadır.

Bilim bir olguyu, bir hakikati ölçmek ister, test etmek ister, deneme ve sınama yaparak (tikelden tümele) sonuca gitmek ister. Bilime göre bilgi, formüllerle ifade edildiği veya nicelleştiği ölçüde bilimseldir. Daha ötesinde, insan bilime sahip olduğu ölçüde, doğal ve sosyal çevreyi kontrolü altına alabileceğini düşünmüş ve bunda da yanılmamıştır. Başka bir deyişle, on yedinci yüzyılın meşhur bilimsel devrimlerinden sonra, doğa bilimlerinde deneyler yoluyla test edilebilir bir bilgi birikimi gerçekleşmiş ve bu birikim, teknolojinin ortaya çıkmasına olağanüstü zemin hazırlamış ve onun doğuşuna yol açmıştır.

Felsefede ise, böyle bir pratik çıkar veya yarar düşüncesi yoktur. Esasen felsefenin temelinde, yeni bir bilgi üretme arzusu da bulunmaz. Onun temelinde, insanın anlama ve gerçeği görme arzusu bulunur. Yani felsefeyi çıkar gözetmeyen bir bilgi anlayışı harekete geçirir. Çünkü insan yalnızca çıkara ya da faydaya yönelik bir varlık değildir. İnsan, evrenin yapı ve düzenini, yaşamın değer ve amacını, iyilik, adalet ve güzelliğin anlamını bilmek, dünyayı daha yaşanılır ve anlamlandırmak ister. Felsefe, işte insanın bu istek ve arzusunu karşılama çabasıdır. Bu anlamda da felsefenin yerini hiçbir şey alamaz.