Bazen başkalarının hayatına bakıp kendi hayatımız için şükreder, bazen de… İsmet Özel’in dediği gibi “imreniyoruz başkalarının mahvına.”

Zeki Demirkubuz'un, Kader ve Masumiyet filmlerini çektiği bu ülkede ne denli ilginç olur bu hikâye bilmiyorum.

1992 yılında, asıl adı Emrullah olan herkesin Emre dediği bu genç 16 yaşındaydı. Tarsus Lisesinde okuyordu. Şahsına münhasır biriydi. Saygılı, meraklı, iyi niyetli, çok okuyan, yardımsever ve aşıktı. Tüm özellikleri bir yana en belirgin yanı, âşık olmasıydı. Köklü bir orta burjuva ailesinden geliyordu. Sevgi Soysal'ın romanlarında anlattığı bu tür ailelerin hepsinde bir sır vardı. Emre’nin olmayan çekirdek ailesi içinde öyle sırlar vardır.

Emre ile aramızdaki bağ politik değildi.

İki şey vardı aramızda. Aşk acısı çeken insanların bildiği acıların bağı, bir de romanlar ve öyküler… Roman kahramanları hakkında yaptığımız konuşmaları rahmetli Fethi Naci dinlemiş olsa imrenirdi sohbetlerimize. Mesela roman kahramanlarını başka başka kitaplarda karşılaştırır ve nasıl davranacaklarını tahayyül ederdik.

Üniversite sınav sonucunun açıklandığı gün, Emre’nin en kötü günüydü. Çünkü kendisi Ankara Tıp fakültesini kazanırken, sevdiği kız Mersin Aydıncık ilçesinde yeni kurulan bir okulda 2 yıllık bir bölüm kazanmıştı.

Sevdiği kız, ona şu şartı koymuştu, "benim okul kazandığım şehre gelirsen belki seninle sevgili olurum."

Gitmedi Ankara’ya Emre. Üstelik kayıt yapıp okulu dondurma gibi pratik bir bilgiden habersizdi. Sevdiği kız Aydıncık’a gittikten bir hafta sonra evden kaçtı. Bir otobüse binip Aydıncık’a gitti, sevdiği kızı buldu ve burada birlikte yaşamak istediğini söyledi. Kız doğal olarak ona bir kalacak yer veremedi, olsa da vermezdi zaten. Bir sayfiye yeri olan bu küçük güzel şehrin kumsallarında uyudu üç gün boyunca. Bu arada ailesi Tarsus’u ayağa kaldırmış, Emre’yi aramak üzere herkesi seferber etmişti.

Bulundu ve dedesine iade edildi Emre. Üstelik Ankara Tıp Fakültesini kazandığını ve kayıt yaptırmadığını öğrenmişlerdi. Büyük bir tantana, kavga, gürültü yaşandı… Emre kararlıydı. Sevdiği kadının yanına gidecek ve onunla yaşayacaktı. Dedesinden ilk defa dayaklar yemiş, odalara kilitlenmiş, Ankara’daki okula kayıt için çareler aranmıştı.

Birkaç ay süren bu kaosa rağmen hiçbir şey değişmedi. Karar vermiş bir delikanlıyı hangi güç zapt edebilir ki? Hele aşıksa…

Nihayetinde dedesi bir gece onu evden kovdu.

Otostop çeke çeke Aydıncık’a vardı. Sevdiği kızı kalabalık bir arkadaş grubu içinde buldu. Kızın ona gösterdiği ilgi buluşmaya geç kalmış bir sınıf arkadaşı merakından öte değildi. Birkaç gün yurtta kaçak kalan Emre, çok iyi bildiği İngilizce sayesinde civardaki bir otelde, barınma, yemek ve cep harçlığı karşılığında iş bulmuştu.

Mutluydu. Virginia Woolf'u kıskandıracak yeterlilikte “Kendine ait bir odası" vardı. Yönetmen Roy Andersson’un İkinci Kattan Şarkılar filmindeki repliği olan “Ne mutlu işinin başında olanlara” gibi hayatında ilk defa işinin başında ve mutluydu.

Çay ve kola paralarını ödeyecek parası bile vardı. Lakin sevdiği kız yine yanında değildi.

Oysa ona söz vermişti. Eğer okul kazandığım şehre gelirsen…

Sözünde durmadı o kadın. Aylar geçti. Dedesi torununun burnu sürtülmüştür hesabıyla onu geri götürmeye geldi ve götürdü.

Bu hikâyeye o kış zamanı dahil olmuştum. Dedesi Kemal Tahir’in Esir Şehir üçlemesindeki Karadayı dergisine ulaşır gibi bana ulaşmıştı. İmkânsız ama oldu. Biz de o yıllarda Karadayı gibi bir dergi olan ve kurtuluşu tahayyül eden bir dergisinin kelamı için mücadele veriyorduk, kendi mana dünyamızda. Zor yıllardı…

Tam tamına 11 gün boyunca yanına kefil diye kattığı Adana’nın en tanınan ihtiyar TKP’li (hakiki TKP) komünisti ile Karadayı’nın ruhunu taşıyan dergi bürosuna geldi gitti.

Birer nar taneleri olan bize ulaşmak ne mümkün… Şehirlere, mahallelere, fabrikalara, evlere, insanların aklına ve kalbine dağılmış bize ulaşmak ne mümkün…

Nihayet uzun bir zaman sonra Yenice tren garının önünde buluştuk.

Hayatımda ilk defa gördüğüm bu yaşlı adamın talebi karşısında şaşırmamak elde değildi.

“Torunum seni sever, dinler, onu tekrar üniversite sınavına girmesi için ikna et…”

Garip ama gerçek, ihtiyar iki adamın talebi ve isteği buydu.…

Üstelik dede dedi ki; “Ben Behice Boran'ın, Yaşar Kemal’in arkadaşıyım. Onların hürmetine senden bunu istiyorum.”

Hatır büyük, tepkisiz kalmak zor.

Aşık bir adama ne denir? İnançlı bir adama ne denir? Kararlı bir adama ne denir? Nasıl ikna edilir?

Aklıma gelmez olaydı, belki başka türlü olurdu hayat, bilemeyiz lakin şöyle demiştim.

“Evlendir onları öylece torununu kazanmış olursun. Gerekirse Adana’da bir okul yazsın, kıza da bir dükkân aç, incik boncuk satsın, öylece hepsi yanında olur. Hem de torununun çocukları olur.”

Önce saçma sonra da tek çare olan bu fikir hayata geçirildi. Dede önce kızla, sonra kızın ailesi ile konuştu, arada bazı alışverişler oldu. Sonuçta üniversite sınavına kalmadan, o kadın, Emre’nin imam nikahlı karısı olarak eve geldi. Üstelik Emre o yıl Çukurova Tıp Fakültesini kazanmıştı.

Emre kırklı yaşları aştığı bu günlerde dahi o günleri hayatının en güzel iki yılı olarak anar ve buna vesile olduğum için hürmet ederdi. “Şöyle ki o iki yıl olmasaydı, intihar edecektim. Yaşamak ve ölmek arasında bir yerdeydim…” demiştir, bütün zamanlar boyunca.

Ben ise hala kararsızım, önerdiğim şey doğru muydu acaba?

O kadın hamile olduğunda mesele ortaya çıktı.

Emre’yi aldatmıştı. Başka birinden hamile kalmıştı. Bu sır kadının pahada ağır, yükte hafif tüm eşyaları alarak kaçtıktan sonra, bıraktığı notta yazıyordu.

Karanlık ve ağır zamanlar başladı Emre için. Okulu bıraktı, eve kapandı, sakal uzattı, saç kesti, saç uzattı, sakal kesti. Nihayet bir üniversite sınavında ODTÜ Fizik bölümünü yazıp, yaşadığı şehirden ve olaylardan uzaklaşarak Ankara’ya geldi.

Ankara Emre’ye iyi geldi. Ankara bu ey insanlar. Ne sandınız? Kime ana olmadı, kimi sarıp sarmalamadı, kime derman olmadı, kimi yarı yolda bıraktı bu şehir? Burası Ankara’dır. Büyük harflerle ANKARA diye yazılır. Uzak Asya, Mezopotamya, Anadolu ve dahi Balkan, Avrupa şehirleri selama durur bu şehre.

Hep kitap okudu Emre, özellikle roman. Ankara edebiyat çevresi bu fizik öğrencisini çok sevdi. Kitaplar hakkında düşünceleri çok derindi. İyi bir okurdu. Kitaplar dışında pek konuşmazdı.

Edebiyat okumak ve konuşmak… Peki ya dersler? Onlar kolaydı. Okula gidip gelme mesaisi sınıfları geçmesi için yetiyordu.

Kısa sürede kendini toparlar gibi oldu. Derken üçüncü sınıfa başladığında o kadın elinde tuttuğu dünya tatlısı bir çocukla çıkıp geldi, Emre’nin yanına. Anlatanların yalancısıyım, kadını görünce sevincinden heyecanından düşüp bayılmış… Hiçbir sual etmeden, çocuğu bağrına basmış, kadını koluna takmış, dedesinin ona satın aldığı eve götürmüştü. Başladılar yeniden birlikte yaşamaya.

Ne de olsa “Hayvanlardan Tanrılara Sapiens & İnsan Türünün Kısa Bir Tarihi” adlı kitapta yazar Yuval Noah Harari “kolektif babalık” diye bir kavramdan bahseder. O kavrama referansla mı, hürmetle mi bilinmez o güzel çocuğu kendi oğlu beller.

Olmadı! Mutluluk uzun sürmedi. Kadın her gün Emre’nin enerjisini emiyordu. Kavga dövüş değil ama başka türlü yıldırıcı bir şeydi bu.

Bir iş buldu kadın. Bir ofiste telefonlara baktı. Çocuk bir kreşe verildi. Olayların dallanıp budaklanmak için uzun zamana ihtiyaç yoktu. Her şey birdenbire oluverir bazen.

Yeşilçam sinemasının temelini oluşturur sekreter ile patronun kaçamak ilişkisi...

Kadın üç beş ay önce yanında çalışmaya başladığı patrondan hamile kalmıştı. Üç yetişkin kız evlat sahibi patron ne eski eşini boşamaya yanaştı ne hamile kalan yeni “eş“ bellediği kadını bırakmaya yanaştı. Sonuçta kültür, din ve sosyoloji ikinci eş kavramına çok kapalı değildi.

Orhan Veli’nin dediği gibi “Her şey birdenbire oluverdi.”

Bir dini nikah, Mehir olarak bir ev, üç beş bilezik, bir kolye ve öylece bir kafes hayatı başlamış oldu.

Zavallı Emrecik, elinden ne gelsin? Rıza yoksa nasıl kal desin?… Rıza ikili ilişkilerin anayasasıdır. Rıza yoksa nasıl kal desin? Geldikleri gibi gittiler. Bu arada okulu yine bırakmış, kitaplara sığınmış ona bir ana kucağı gibi gelen Ankara’ya sarılmıştı. Bir sahafçıda iş bulmuş ve kendi çilesini çekerken o yıl dedesi ölmüş. Bu ölüm onu yetim, öksüz ve de köksüz bıraktı.

Kitaplar mucizedir. Dostoyevski’ye, Çehov’a, Calvino’ya, Latife Tekin’e, Yaşar Kemal’e, Shakespeare’e, Sabahattin Ali’ye, William Faulkner’e ve nicelerine neler borçluyuz bir bilseniz…

Birkaç hayatı kısa zamanda hızla yaşadıktan sonra ana şehrimiz Ankara’ya varmıştım. Bir kitabevinde çalışmaya başlamıştım. O zamanlar tesadüfen karşılaştık

Emre’yle ve hep sürdü arkadaşlığımız…

Fizikçi Etienne Klein’e göre zaman: ”Hiçbir şey olmadığı sırada olan/geçen şeydir”.

Lümpen üçüncü sınıf mafyatik imam nikahlı kocaya sahip olan o kadının hayatı zorlu geçiyordu. Dayak, küfür, hakaret, kıskançlık birçok arızalı şeyler. Sonunda kadın iki çocuğunu alıp yine Emre’ye geldi. Bu sefer kadını görünce bayılmadı Emre, lakin ona yok da demedi. Açtı kapılarını evinin ve hayatının.

Çok geçmeden imam nikahlı kocası buldu kadını, özellikle Emre’yi inciterek, kadına tekme yumruk girişip geri aldı.

Kadın için dayanılmaz bir halmiş. Emre için bir mana oluşmuştu, onu kurtarmak, sevdiği kadın zor durumdaydı… Çünkü bu sefer rıza vardı. Gelmek istiyordu ama birileri ona izin vermiyordu. Emre için bu durum meşru ve ahlaki bir dayanak oluşturmuştu.

Lümpen, üçüncü sınıf mafyatik adamdan o kadını kurtarmak için çeşitli girişimlerde bulunan Emre’nin hayatı çok zora girdi. Bir bela sahibi oldu.

Bu tür şeyler ve insanlar bizim hayatımızda olmazdı. Lakin o zamanlar benimle çalışan Emre’yi kitabevinin içinde yine tehdit etmesi sonucunda işe dahil oldum. Çünkü olay mahalli benim yaşam alanımdı. 

Maslow'un ihtiyaçlar piramidine göre “güvenlik” ekmekten sonra gelen ikinci ihtiyaçtır. Yaşam alanınıza bir tehdit hissettiğimizde mukavemet haktır...

Gittim, adamla konuştum. The Godfather filminden esinlenerek adama “ona reddedemeyeceği bir teklif yaptım.”

Bu tür meselelere hayatımda ilk ve son defa dahil olmuştum.

Olaylar çözüldü. Üçüncü sınıf mafyatik adam kitabevinde Emre'den özür dileyip af diledi. Kadının rızası olmadığından dolayı ailesine yani Tarsus’a emanet etti. Öylece bu mesele kapandı.

Tarsus’a giden o kadın, sürekli Emre’yi aradı. İki çocuğu ile baba ocağında epey dışlanan ve baskı gören kadına bir koca lazımdı. Elde hazır Emre vardı. Nihayet Emre Tarsus’a döndü. Bu arada okulu bitirmiş ve fizikçi olmuştu.

Bir yıl birlikte yaşadıktan sonra kadın bu sefer aldatma nedeniyle değil de şiddetli mutsuzluk nedeniyle, Emre’yle evleri ayırdı.

Bu ayrılıktan kısa bir süre sonra kadın bir adam bulup evlendi. Emrecik ah Emrecik Tarsus’ta yapacak bir işi olmadığını düşünerek, Ankara'ya geri döndü.

Kısa sürede hayatını organize etti. Bir yayınevinde iş buldu. Çeviri ve editörlük konularında ustalaştı.

Bir kadına âşık oldu. Ama ne kadın. Allah’ın ancak sevgili kullarına nasip edeceği değerde bir kadın.

Sevdiği adamı sarıp sarmalayan, onun acılarını emen, Ankara gibi bir kadınla evlendi. Bilmiş bilmiş konuşan dünya tatlısı bir kızı oldu. Emre için eski aşk ağrısı ara sıra sızlayan eski bir yara olarak kaldı, derken o kadın yine Emre’yi buldu.

Emre’nin kurduğu hayat o kadar da korunaklı bir hayat değilmiş onu öğrendik. Kısa sürede o kadının gidip gelmeleri nedeniyle, Ankara gibi bir yâre sahip olan Emre ile eşi arasında kara bulutlar dolaşmaya başladı.

Allah'ın sopası yoktur ama ilahi adalet vardı. Bu Ankara’ya gelmelerin birinde Haymana civarında bir trafik kazası oldu. Hemen hastaneye koşan Emre hastanede gerçeği öğrendi. Kaza yapan arabada o kadının Facebook'ta tanıştığı genç bir aşığı vardı.

Hafif yaralanmalı bu kaza sonucunda eski aşk dediği yaradan bir daha kurtulan Emre’nin eşi ile barışma ve hayatını hal yoluna koyma sınavı kalmıştı. Onurlu, bir duruşu olan Emre’nin eşi Esra yaşananları hazmedemiyor, olanlar ile duyguları arasında gelgitler yaşıyordu.

O zamanlar aşırı düşük profilli bir iş yapıyordum. İşin adı siyasetti. Bu düşük profilli işi de maalesef ekseriyetle düşük profilli şahıslar ile yapmak zorundaydım. Bazen utanıyor, kederleniyor ve burada benim ne işim var diye sorguluyordum.

Kimine göre bir insan evladının erişebileceği en üst mertebe olan Tomris Uyar ile arkadaşlık, Selim İleri ile tanışıklık, Ayla Kutlu’ya nenneee diye hitap etme ayrıcalığı, Meltem Arıkan'ın yazı dünyasını anlamaya çalışma, Erendiz Atasü'den Türkçe öğrenme, Nazlı Eray ile o pastane bu pastane gezmeler gibi işleri güçleri bırakıp siyaset ile iştigal etmek düpedüz bilmem neydi…

Yaralı bir Ankara gecesinde Küçükesat'ta bir meyhanede Esma ve Emre ile buluştuk, . Neler konuştuk neler. Acı, yıpratıcı, yıkıcı, yorucu şeyler, ama hepsi gerçekti. Gerçeğin onarıcı gücü vardı. Gerçeğin kudreti vardı. Yıkım zamanlarında araftaki insana ancak gerçek yardım edebilirdi. Ki öyle oldu. 

O gece masaya neler konuldu neler. Edip Cansever’in “Masa da masaymış ha” şiirindeki gibiydi o masa…

“adam yaşama sevinci içinde

masaya anahtarlarını koydu

bakır kaseye çiçekleri koydu

sütünü yumurtasını koydu

pencereden gelen ışığı koydu

bisiklet sesini çıkrık sesini

ekmeğin havanın yumuşaklığını koydu

adam masaya

aklında olup bitenleri koydu

ne yapmak istiyordu hayatta

işte onu koydu

üç kere üç dokuz ederdi

adam koydu masaya dokuzu

pencere yanındaydı gökyüzü yanında

uzandı masaya sonsuzu koydu

bir bira içmek istiyordu kaç gündür

masaya biranın dökülüşünü koydu

uykusunu koydu uyanıklığını koydu

tokluğunu açlığını koydu.

masa da masaymış ha

bana mısın demedi bu kadar yüke

bir iki sallandı durdu

adam hababam koyuyordu.”

O gecenin sonunda arkama baktığımda Esra ile Emre’nin liseli aşıklar gibi hafif sallanarak karanlığın içine karıştıklarını asla unutmayacağım… Niyedir bilinmez onların gidişi insanın aklına Cengiz Aytmatov'un Cemile öyküsündeki Daniyar ile Cemile'nin karanlıktan aydınlığa doğru yol alışını hatırlatır hep...