Bizimki gibi toplumlarda, yani ilkel toplumlarda (kesinlikle ilkel demek zorundayım, çünkü gözümün gördüğü tek şey bu, en azından şu son günlerde) yerli halkın birbirine ettiği zülüm çok daha fazladır, yabancıların yaptıklarından, ancak ne hikmetse kusur çoğunlukla dışarıdakilerde aranır. Zaten iktidar dediğimiz yapının kontrolünü elinde bulunduranlar her fırsatta dış düşmanın hilelerinden, tuzaklarından, başımıza getirecekleri bin bir türlü belalardan bahseder ve bizi ikna etmek için binlerce de takla atıp bakışımızın tamamının o tarafta olması için ellerinden geleni yaparlar. Tabii bana kalırsa hepimiz sapiens’ten başka bir şey değiliz, ne yerlisi ne de dışarıdaki ya da bir başkası, ama konumuz bu değil.

“Waiyaki, Beyaz Adam’ın her şeyinin kötü olmadığını biliyordu. Onların dini bile temelden kötü değildi. İçinde parıldayan iyi şeyler, doğru şeyler vardı. Ama dinin, inancın yıkanması, bütün kirlerden arındırılıp geriye yalnızca ebedi olanın kalması gerekiyordu. Ve o ebedi olan da, halkın gelenekleriyle uzlaştırılması gereken gerçeklikti. Bir halkın gelenekleri bir gecede süpürülüp atılamazdı. O yol parçalanmaya giderdi. Öyle bir kabilenin kökleri olamazdı. Bu halkın kökleri geçmişe, ilk başlangıca, Gikuyu ve Mumbi’ye uzanan geleneklerindeydi. İnsanların yaşam biçimlerini hesaba katmayan bir din, o yaşam biçimlerindeki güzelliklerin ve doğruların farkına varmayan bir din işe yaramazdı. Tatmin edemezdi. Bir yaşam deneyimi, bir hayat kaynağı ve yaşama gücü olamazdı. Yalnızca bir adamı yaralar, onu var edilen güvenlik her neyse ona fanatikçe tutunmaya zorladı; aksi halde de kaybolup giderdi o adam. Belki de hata Joshua’daydı. Kendini beyaz olan her şeyle süslenmiş ve lekelenmiş bir dinle sarıp sarmalamıştı. Kendini geçmişinden soyutlamış, kabilenin hayat veren geleneklerini kesip atmıştı. Ve dayanabileceği bir şey kalmadığı, üzerinde duracağı ve büyüyeceği zengin ve sağlam bir şey olmadığı için de misyonerler ona vaat edilmiş gelecek hakkında ne öğrettilerse dört elle sarılmıştı. Waiyaki, kendisinin herhangi bir yere uyup uymadığını merak ediyordu. Peki ya Kabonyi?”

Kenya doğumlu yazar Ngũgĩ’nin Aradaki Nehir adlı yapıtını okurken kendimle, içinde yaşadığım toplumla ilgili birçok ize rastladığımı söylemeliyim. İdealist Waiyaki’nin tüm çabası boşunaydı denilemez belki, ancak yeterli olmadığı da ortadaydı. ‘Kökleri’ ve kaçınılmaz olanın mutlaka gerçekleşeceği ‘Gelecek’ arasında sıkışıp kalan genç Waiyaki çareyi halkının eğitilmesinde görür ve buna dört elle de sarılır. Zira gelecek bellidir, dışarıdan gelenin önü kesilemezdi ve kendini korumanın tek yolu belki de yabancının ya da bu başkasının sahip olduğu bilgi ve beceriye sahi olmaktı. Beyaz Adam bir kere onların içine kendi tohumunu atmıştır. Joshua gibi toplumun değerlerinden birisi Beyaz Adam’ın inancının adeta esiri, fanatikçisi olur; Kabonyi gibi yine toplumun başka bir değeri ise geleneklerin gözü kara fedaisi rolüne bürünür. Kısa süre içinde toplum artık birbirlerinin sadece fenalıklarını ve düşmanlıklarını görür.

Ngũgĩ wa Thiong'o büyük bir yazardır, bu yapıtında gelenek ile gelecek arasındaki ikilemde kalan halkının trajedisinin tek nedenini Beyaz Adam’a bağlamaz. Tek suçlunun dışarıdan gelen ve onların kaynaklarına ortak olmaya çalışan bu başkası, ‘Sömürgeci’ olmadığını bilir: Başkası tohumu atmıştır belki, ancak birbirlerinin hayatını hapishaneye çevirip her türlü zulmü reva görenin oranın has yerlisinden başkası değildir.

Waiyaki ve onun gibi idealist ve cesur kişilere gelince, toplum her yerde olduğu gibi burada da kurbanlar seçer.

Ngũgĩ wa Thiong'o, Aradaki Nehir, Çev: Bora Korkmaz, Ayrıntı