Medya uzun zamandır hiç olmadığı kadar büyük bir baskı altında. 1980’lerden sonra mülkiyeti gazeteci ailelerden holdinglere geçen medyada kâr odaklı başlayan süreç de bugün artık iflas etme noktasına geldi.

Kuşkusuz holdingler basın işine girerken sadece gazetecilik yapmayı, gerçekten halkın haber alma ihtiyacını karşılamayı düşünmedi. Kâr odaklı derken, elbette nitelikli habercilikle bayi satışlarının yükseltilmesi hedefinden bahsetmiyorum: Haber vermek, çeşitli fikrî akımları tartışmaya açmak, demokrasiyi geliştirmek gibi kamuoyunu yönlendirme gücü de bulunan ve bir propaganda aracı olarak da kullanılan medya aracılığıyla başka başka alanlarda daha çok kazanç sağlamak üzerine kurulu bir düzenden…

Türkiye’de dünden beri devletten daha çok yol, baraj ihalesi almak veya çıkar onu gerektirdiği için askerî darbe dönemlerinde olduğu gibi “emret komutanım gazeteciliği” ile hiçbir etik kaygı duymadan gücün yanında konumlanmak şeklinde vuku bulan çarpık bir medya-ticaret-devlet/iktidar ilişkisi süregeldi. Bu herkesin malûmu!

Nasıl ki 80’li yıllar itibariyle basının mülkiyetinin değişmesi büyük bir kırılma ise bugün de artık anlaşıldı ki gazete çıkarmakla bankacılık, enerji, petrol, inşaat, turizm, otomotiv pazarlama vb. gibi sektörlerin merkezi olan bir holdingi yönetmek çok farklı şeyler. Yani aynı zamanda hem gazetecilik yapmak hem de çok büyük paraların döndüğü bir ticarî oluşumun sahibi olmak bugün kâr etmiyor.

Kâr ettiği 90’lı yıllarda en büyük medya gruplarından olan Milliyet-Sabah (Doğan Holding - Bilgin Holding), sonralarda Hürriyet-Star (Doğan Holding - Rumeli Holding) gazeteleri arasındaki mücadelede (veya hiçbir şey olmamış gibi dağıtım şirketleri kurarak işbirliklerinde) gazeteciliğin aldığı darbe aradan yıllar geçince daha çok belli olacaktı. Basının holdingler tarafından kontrol edilmesiyle Babıâli’deki kalem atışmaları yerini ihale savaşlarına bırakmıştı. Gazetelerde fikrî tartışmalar geri plana düşmüş, “hem göze hem gönle hitap etmek için” Günaydın gazetesiyle başlayıp Bulvar ile doruğa ulaşan bir “boyalı basın” dönemi başlamıştı. Yine o yıllarda gazeteler kupon karşılığı veya çekiliş usûlü beyaz eşya, tencere tava, ansiklopedi vb. ürünleri –çoğu zaman reklamlarında insanları aldatarak– promosyon olarak vermekle insanlara sözde günlük gazete alma alışkanlığı kazandırıyordu. 90’lı yıllar gazete ve televizyonlarında vaat edilen ürünlerin teslim edilememesi değildi yalnız basına olan güveni azaltan; bir kötü gazetecilik pratiği olarak düşüncesizce atılan manşetler, cinsiyetçi, ırkçı ve milliyetçi nefret söylemlerinin basının prestijini gittikçe sarsması da işin cabasıydı.

Böyle bir medya tarihi gerçeği içinde bile iyi yapılan işler bulunabilir arşivlerde pekâlâ. Gazeteciliğin sermaye ve siyaset ekseninde gelgitler yaşadığı, iktidarlar ile patronların çıkar savaşları arasında gazetelerin aslî elemanları olan muhabirler, editörler, yazarlar özgürlük alanları bulabildiği ve meslekî terminolojiyle ifade edersek editoryal bağımsızlığın sağlanabildiği ölçüde mesleklerini icra edebiliyorlardı.

Kapitalist bir işletmenin yan kuruluşu olan anaakım veya merkez medyada, genelde sermaye gruplarının çıkarlarının değişkenliğine göre şekillenen bu istihdam alanında bir gazeteden istifa eden ya da kovulan bir gazeteci başka bir gazetede iş bulup çalışabiliyordu. En azından kimi basın-yayın kuruluşlarının, ne derecede uyduğu tartışılır ama yayıncılık ilkeleri oluşturması –Doğan Yayın İlkeleri gibi– ve ombudsmanlık (okur temsilcisi) kurumun oluşturulması bir nebze de olsa anaakım içinde yapısal sorunlara rağmen hâlâ gazetecilik için mücadele edildiğine dair bir göstergeydi.            

Henüz 2000’nin başında bugünküne oranla belki daha fazla bir çeşitlilikten bahsetmek mümkün medya dünyasında: Hürriyet, Milliyet, Radikal, Kanal D, CNN Türk (Doğan grubu), Sabah, Takvim, Yeni Asır, atv (90’ların medyada en etkin gruplarından Bilgin’in yayın organlarını henüz Ciner grubu almıştı), Star, Star TV (Rumeli grubu), Türkiye, TGRT (İhlas grubu), Akşam, Güneş, Tercüman, Show TV, SKY Türk (Çukurova grubu), NTV (Doğuş grubu), TV 8 (MNG Holding). Bu aritmetikte Dinç, Rumeli, Çukurova, MNG Holding gibi sermaye grupları isteyerek veya istemeden basın-yayın işinden çekildi. Bünyesindeki kuruluşlar ise önce devlet bankalarından büyük krediler çıkartılarak sonra havuz hesaplar açtırılarak son yıllarda yol, köprü, santral, havaalanı, kentsel dönüşüm, savunma sanayii gibi kamu ihaleleriyle iyiden iyiye yıldızı parlayan sermaye kesimine iktidar tarafından satın aldırıldı. Kimisi de –AKP’nin bir dönem siyasî rakibi de olan Uzan’ların Star gazetesi gibi– TMSF tarafından el konulduktan sonra tesadüf ki hep iktidarın yakınları arasında el değiştirdi. Egemen gücün doğrudan veya dolaylı sahibi olduğu, bugün artık bir parti bülteni ve propaganda aracı olarak çalışan (Sabah, Akşam, Güneş, Takvim, a haber gibi), hiçbir etik kaygı duymadan hareket eden bir “medya” yaratıldı.

Ciner Grubu’nun mülkiyetindeki Haber Türk, Show TV; Doğuş Grubu’nun bünyesindeki NTV, star ve az sonra değineceğim üzere sonradan medya sahibi Demirören Grubu’nun Milliyet ve Vatan’ı gibi kanal ve gazeteler bu “medya” atmosferinden pek de ayrı durmadı. Aradaki renkler hızla siyaha dönüştü.

Doğan Grubu

40 yıldır basın-basım-yayın-dağıtımda aktif rol oynayan; ’ne göre Türkiye’deki medya takipçilerinin (okur, dinleyici ve izleyici) en büyük yüzdesini elinde tutan Doğan Grubu’nun ise yayın politikası farklı dönemler hâlinde elbette incelenebilir ama yazının çok uzamaması adına temel hatlarıyla ele almaya çalışalım.

1979’da Karacan ailesinden Milliyet’i, 1994 yılında da Sedat Simavi’nin kurucusu olduğu “amiral gemi” Hürriyet’i satın alarak basında ilk sahiplenmesini gerçekleştiren Doğan Holding, o yıllardan günümüzde değin 1996’da “liberal sol” çizgisiyle Radikal’i, muhalif gazete olarak bilinen bugünkü Sözcü’nün öncüsü Gözcü’yü yayımlamıştı. Televizyon alanında 1993’te Doğuş Grubu ile birlikte D TV adıyla kurdukları daha sonra tüm hisselerini sahipleneceği Kanal D ve Türkiye’de tematik olarak haber kanallarının ortaya çıkmaya başladığı yıllarda ABD merkezli CNN ile ortaklığa giderek CNN Türk’ü haber kanalı olarak hayata geçirmişti. Doğan Grubu, Türkiye’nin ilk özel televizyon kanalı olan star’ın da 2005’ten 2011 yılına kadar sahibi oldu. 2007’de Vatan gazetesini aldı. Hem görsel ve yazılı basında hem de yayınevi ve satış mağazalarıyla kültür endüstrisinde büyük bir yer tutan Doğan Holding bir “medya imparatoru” olarak anılıyordu.

Medya Sahipliği İzleme Projesi’nin yaklaşık iki yıl önce açıkladığına göre en çok okunan on gazeteden yedisinin enerji, inşaat, maden ve turizm alanlarında devletle ticarî ilişkisinin bulunduğu yayın grupları içinde yalnız Doğan Grubu’nun bünyesinde bulunan gazete ve televizyonların kısmen de olsa eleştirel yayın yapabilen kategoride olduğu tespit edilmişti.

Doğan Grubu söz konusu olduğunda ilk olarak 2009 yılında toplam 6.8 milyar lira tutarında vergi cezası kesilmesi akla geliyor. Bilindiği gibi o ceza sonrası Grup, 2011’de ilk göz ağrısı Milliyet’i ve Vatan’ı Demirören Grubu’na satarak “küçülmeye” gitti. Gazeteciliğin dijitale dönüştüğü, dünyada büyük gazeteler kâğıt baskıya son vererek yayına internetten devam ettiği süreçte eleştirel gazetecilik adına umut vaat eden Radikal de kolayca gözden çıkarılmıştı: Bir süre internet gazetesi olarak devam etse de Radikal sonra tamamen kapatıldı.

Gezi eylemlerinin ilk anlarında haber yerine penguen belgeseli yayımlamasıyla ama en çok 1 Kasım 2015 genel seçimlerinden sonra diğer anaakım organlarına benzemeye başlamasıyla, Kanal D sabah haberleri ekibinin işine son verilmesiyle, Hürriyet’in yayın yönetmeninin değiştirilmesiyle, köklü yazarların köşelerinin kapatılarak siyasî iktidara desteğiyle nam yazarların transferiyle, TV ekranlarında her akşam aynı kişileri “tartıştırmasıyla”, siyasî ve toplumsal muhalefete daha az söz hakkı tanınmasıyla daha sık eleştirilmeye başlandı Doğan Medya. Ama hâlâ anaakım içinde belli bir etkiye sahipti. Daha doğru ifadeyle son zamanlarda gazeteciliğin yaygın medyada icra alanının güçlendirilmesi, artık gazetecilikten, gazetecilerden, meslek ilkelerinden ödün verilmemesi, editoryal bağımsızlığın sağlanabilmesi için hem gazeteciler hem de takipçileri tarafından uyarılan kurumdu.

Doğan Holding’e vergi cezası kesilmesinin yarattı etki kadar tümü iktidarın fiilî sahibi olduğu “medya” organlarında grubun bir dönem faaliyet gösterdiği Petrol Ofisi’nde “akaryakıt kaçakçılığı yapıldığı” iddiasıyla Aydın Doğan’ın ifadeye çağırılacağı yazıları da gündemdeydi. Hürriyet’in kuruluşunun, sermayesinin “Yahudi lobileri” ile ilişkilendirilmeye çalışılması İslâmcı medyanın eskiden gelen bir alışkanlığıydı ama kurum bünyesinden çalışan gazeteciler hakkında “terör örgütü propagandası” suçundan soruşturma açılarak en tepedeki ismin, yine Aydın Doğan’ın ifadesinin alınacağı son yıllarda en sık yapılan haberler arasındaydı. Yine adıyla müsemma Küçükgillerin köşelerinden “işlerine son verilecekler” listeleri açıklamaları ortadaydı.

Tayyip Erdoğan’ın ezelden beri barışık olmadığı Doğan Grubu ile arası 15 Temmuz akşamı cep telefonuyla yayına bağlanarak CNN Türk’ten halkı meydanlara çağırmasıyla düzelir gibi olduysa da; “TSK’nin savunması” olarak yayımlanan Genelkurmay Başkanı Akar’ın açıklamalarından oluşan haberin iktidar ve destekçileri tarafından yanlış yorumlanmasıyla bu kez Hürriyet yeniden hedef oldu: “Ama sorduğun zaman yok amiral gemisiymiş şuymuş buymuş diye hava atarlar. Kusura bakmasınlar artık böyle bir şey yok. Bizi kim birbirimize düşürmeye çalışıyorsa bedelini ağır ödeyecekler.” Arşivlerde bunun gibi “had bildirme” üzerine pek çok açıklama bulunabilir.    

Türkiye’nin en büyük medya patronlarından Aydın Doğan bir gün medya alanından çekildiğini duyurdu. Haber sayfalarına, Doğan Medya’nın 2011’de Milliyet ve Vatan’ı satmasıyla ilk olarak medya sektörüne giren Demirören Grubu’na satılacağı düştü. Belki de ismen bilinen basın-yayın organları uzun yıllar sermaye grupları arasında elden ele dolaşırken Aydın Doğan günahlarıyla sevaplarıyla ve inatla sürdürdü medya patronluğunu.

Hiç kuşkusuz Doğan Grubu’nun Demirören’e satılması ülkede medyanın serencamına dair geniş okumalar gerektiriyor. Ama bir medya topluluğunu kimin sattığı kadar kimin nasıl satın aldığı da önemlidir. Demirören Grubu’nun Doğan Medya’yı nasıl satın aldığı şu an bilinmiyor ama medyada ilk deneyimini yaşayan Erdoğan Demirören’in Milliyet’i satın aldığında dönemin başbakanı Erdoğan’dan gazetenin başına kimi getireceği konusunda tavsiye aldığını, siyasî egemenle daha ilk karşılaşmada, “İmralı Tutanakları” haberleri nedeniyle “Nasıl girdim bu işe ya, kim için” diyerek “pişman olduğunu” duymayan kalmamıştır oysa.

Bir an her şeye kulaklarımızı tıkayıp Milliyet’in bugün hangi durumda olduğunu görmemiz bile satın alındıktan sonra Hürriyet, CNN Türk gibi yayın organlarının başına neyin geleceğini gösteriyor. Oralarda hâlâ gazetecilik yapmak için çabalayan birkaç insan varsa tıpkı Milliyet’te yöneticilerin, yazarların, muhabir ve editörlerin işlerine son verildiği gibi onların da gazetelerden, televizyonlardan uzaklaştırılacağı bir kehanet değil. Eleştirel gazetecilik bir yana, a haberin türevlerine dönüşmesi ihtimal dâhilinde.

Anaakım medyada bugüne kadar küçük bir gazetecilik alanı bile bulunduysa artık o da olmayacak! Yazının başında o yüzden 1980’lerden sonra mülkiyeti gazeteci ailelerden holdinglere geçen medyada kâr odaklı başlayan sürecin de bugün artık iflas etme noktasına geldiğini yazdım. Gazetelerin gazetecilikten kazandıklarıyla geçinebildiği dönemin kapanarak medyaya holdinglerin girmesi bir kırılmaydı tarihte ama hem siyasî baskının en yoğun yaşanması hem de gazeteciliğin kâğıt baskıdan dijitale evrilmesi sürecinde bugün sermaye gruplarının artık medya alanından çekilmeye, küçülmeye ya da gazetecilikten kesinkes uzaklaşmaya başlaması da benzer bir kırılmanın eşiğidir.

İnsan, toplum, hayat var olduğu sürece gazetecilik de olacaksa medya mülkiyetinde bağımsız gazeteciliğin yapılabileceği yeni bir model oluşturmanın yollarını, alternatif medyanın nasıl güçlendirileceğini konuşmak gerekiyor belki.