27 Şubat’ta İdlib’te resmi açıklamaya göre 33 Türkiye Cumhuriyeti askeri öldürüldü. 29 Şubat’ta Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, İstanbul Milletvekilleri Buluşması programının ardından açıklamalarda bulundu. Dolmabahçe'de kameralar karşısına geçen Erdoğan, son iki günde 18 bin düzensiz göçmenin sınırı geçtiğini söyledi. Erdoğan ayrıca kapıları açık tutmaya devam edeceklerini de sözlerine ekledi.

İşte bu bir işaret fişeğiydi. Ülkenin en yetkili kişisinin ağzından sınır kapılarını açık tutuyoruz sözü ardından Türkiye’deki göçmenler Yunanistan sınırına akın etti.

Bunun akabinde insan kaçakçılarının ortaya çıkıp medya üzerinden göçmenlere akıl veren demeçleri yayınlandı. Hatta birisi şöyle dedi; “Ben bu göçmenlerin yarısını geçirdim, reis de izin verdi, ben de onları karşıya geçireceğim, en güvenli geçiş Ege denizi” diyerek göçmenlere “Edirne zor, Ege’ye gel” diye mesajlar verdi. Bu ve birkaç kaçakçı hakkında yasal işlem yapıldı elbette. Fakat ortada onlarca demeç var ki sadece bunlardan birkaç kişi hakkında işlem yapıldı.

Şimdi Yunanistan kara ve deniz sınırına yığılmış on binlerce göçmen var. Bunlar insan, bir sayı değil. Bunlar, soğukta üşüyen, umut eden, ailesi olan, ya da tek başına, çocuk, kadın, hasta, yaşlı sen ben gibi insan bilesiniz. Günlerdir Yunan sınırında açık havada kış şartlarında uyuyorlar.

Empati yapmak kolay. Çocuğunuzla gece saat 2’de bir saatlik yürüyüş yapın mesela… Ne demek istediğimi anlarsınız. Özellikle biz Ensarız diyenlere söylüyorum bunu. Fakat yapmayın, çocuğunuza yazık, hastalanır.

Suriye’deki iç karışıklar, 15 Mart 2011'de başlamış ve Nisan 2011 tarihinde yayılmıştı. Bilirsiniz hepiniz. “Duvara yazı yazan Suriyeli çocukların kaybedilmesi” diye kimi kesimler tarafından anlatılır meselenin başlangıcı.

Sonra birden IŞİD ortaya çıktı Irak dolaylarında, akabinde rotasını Suriye topraklarına çevirdi. Burada şiddetli çatışmalar yaşandı.

Kobani diye bir şey çıktı ortaya. Rojova direnişi dediğimiz şey 2. Dünya savaşından sonra en maharetli şehir savunmasıdır. Beyrut iç savaşı yıllarında bile öyle şehir savunması yaşanmadı. Direndiler ve kazandılar.

Ezidi kadınların, Kürtlerin, Alevilerin, az İslamcıların, sıradan insanların öldürülmesi, esir alınması, kafasının kesilmesi sahnelerini izledik medyadan.

Sonra bir kavram gelişti. Vekalet savaşı. İşte burada birçok ülke direk ve dolaylı olarak birbiri ile Suriye topraklarında ve Suriye halkını kırarak savaş verdi.

Bitmedi bir türlü bu savaş…

Kim kiminle savaşıyor? Bu, gün içinde bile değişiklik gösterdi o zamanlarda. Bir gerçek vardı. Suriye devleti ve paralı askerler arasında bir savaşın yürütüldüğüydü. Bazen yeni cepheler açılıyor, bazen de kapanıyordu.

2012 yılında, Türkiye politikası Ahmet Davutoğlu eliyle Esad’ı devirme üzerine kuruldu. Bu politika değişik aktörler ve metotlar ile hala sürdürülüyor. Kimi zaman vekalet savaşı, kimi zaman sınır ötesi operasyon, kimi zaman ise güvenli bölge kurma adına diyerek Suriye topraklarında varlık gösterme olarak süre geldi.

Türkiye 2012 yılında kamplar inşa etti, kamplara medya çağrıldı. Kampların konforu ise biz gazeteciler aracılığıyla dünyaya tanıtıldı.

Oradaydık!

Bir dönem ilginçtir, Suriyeliler gelmedi. Sadece Apaydın kampı doluydu. Bu kampta da Suriyeli asker ve kamu görevlilerin kaldığı söyleniyordu. Gazetecilere her yer açık iken bu kamp yasaktı. Bu kamp ile ilgili CHP’li bir vekille konuşmuştum o zamanlar. CHP’liler de bir heyet oluşturarak bu kampı incelemek istediler, kapıdan giremediler.

Niye bu Suriyeliler gelmiyor, bu kadar kamp yaptık, hazırlık yaptık derken, on binlerce kişi kapıya yığıldı. Tüm sınır kentlerine yüz binlerce Suriyeli giriş yaptı.

Bu hikaye 1 Ocak 2015 tarihinde seyir değiştirdi, çünkü 1 Ocak 2015’te Türkiye makamları, Suriyelilerin geçerli seyahat belgesine sahip olmasını gerektiren yeni bir dizi kuralı yürürlüğe koydu. Bu makalede insan kaçakçılığının ve 1 Ocak 2015’te yürürlüğe giren bu yasanın nedenlerini anlatmıştım: https://www.demokrathaber.org/insan-kacakciliginda-devlet-faktoru-makale,9802.html

İşte insan kaçakçıları bu tarihten sonra görünür şekilde ortaya çıktı.

İnsan kaçakçıları, lümpen gruplardı. Devletin bir kanadı bu grupları yeniden yapılandırdı ve güvenliğini sağladı. Devletin diğer bir kanadı ise ciddiyetle bu lümpen gruplar ve gücü yettiği ölçüde devletin diğer kanadı ile mücadele verdi. Nereden biliyoruz bunu? Çünkü insan kaçakçılığı gibi vakalardan yargılanan asker, polis ve kamu görevlisi sayısı az değil.

Devlet içinde bu işler nasıl olurdu? Boşuna mı yazılıp çizildi bunca teori. Çünkü devlet oligarşik bir ittifaktı. Her erk devletin içinde vardı.

Lümpen saldırgan kimliksiz, kişiliksiz ve acımasız bu gruplar karanlık güçlerin korumasını aldı. Çünkü Türkiye, Suriye savaşında taraftı. Desteklediği grupların transfer işini birilerine yaptırmalıydı. Vekalet savaşını uluslar arası hukuk yasalarına takılmadan yürütmeye çalıştılar. Delil bırakmamaya yada suçu bu lümpen gruplara atmaya çalıştılar. Bunu için maşa kullanmak gerekirdi. Bu maşalar sadece insan kaçakçıları değildi, devlet içindeki illegal gruplar da dahildi buna. Bu gruplara kontrgerilla dendi, SADAT dendi, Esadullah dendi, Cundullah dendi, JÖH dendi, PÖH dendi. Sonuçta adı ne olursa olsun, kontrol dışı odaklar arazide işleri organize etmeye çalıştı.

Organize etti de.

Fetö darbesinin akabinde herkes sus pus iken, olağanüstü yasalar ülkeyi yönetirken, sınır kentlerinde savaş yasaları hakim oldu.

Devletlerin kalbi olmazdı!

Devletin Bekası kavramı o günlerde sınır kentlerinde hayat buldu. Bir uygulamaya dönüştü.

Bu illegal oluşumlar ve insan kaçakçıları gazetecilere, muhaliflere, sivil toplum kuruluşlarına, itiraz edenlere, şikayet edenlere, ciddi bir baskı uyguladı. Nice memur tayin ettirildi. İstifaya zorlandı. İnsanlar susturuldu.

Bu organizasyonun bana teması biraz geç oldu. Çünkü benim bölgede yaptığım gazetecilik, bülten gazeteciliğin ötesinde değildi. Çünkü başka gündemim ve dertlerim vardı.

Derdim şuydu; Hatay’da seçimlerde kilit rol oynayacak bir halk hareketi oluşturmaktı. Seçimlerde göstereceğimiz adaylar ile 25 bin civarında oy alıp, yerel siyasette kilit rol oynamak istiyordum. 25 bin civarı bir oyu elimizde tutarsak bunun siyasal sonuçları çok büyük olacaktı. Doğru bir planlama, ittifak, söylem ve konumlandırma yapabilirsek, bu güçle sonraki seçimde barajı geçen herhangi bir veya birkaç partiden 2 vekil, onlarca meclis üyesi, ayrıca onlarca muhtarlık alabilirdik. İşte bundan sonra da, bu dağınık iradeyi bir parti altında toplayıp, tabandan, tavana şekillenen bir partiyi Türkiye’ye bir model olarak armağan edebilirdik.

Bu nedenle, kendi gündemini her şeyin önünde koyan, pragmatist, reel politik bir çizgide kendi dünyamızda tutarlı bir şekilde hareket ediyorduk. Hedeflerimizin % 60 civarındaydık.

Hayat bize izin vermedi.

Sınır köylerin birinde, yedi göbek sağa oy veren, “Reis Tayyip” için canını verecek bir büyük aile baskılar yaşadı. Bu büyük aile ittifakımızdı. Hatta bir seçimde bu aile tam tamına, gram şaşmadan oyların yarısını istediğimiz partiye verdi. Sandık sandık, oy oy belgelediler. Bu aile, topraklarını işleyemez hale geldi. Belli bir saatte köye girişinde bile sorun yaşadı. Daha sonra evlatları darp edildi. Başkaca sorunlar yaşadı.

Bir yaz gecesi tüm ailenin ileri gelenleri toplandı. Beni de çağırdılar. Bu tür aileler protokol uygular. Misafir gelecek diye kurban keser, silah felan atar. Seremoniden sonra aile ileri gelenleri ile baş başa kaldık. Ailenin temsilcisi;

“Biz seni vicdan sahibi bilirdik, bizim nefesimizi kesiyorlar, evlatlarımızı yaraladılar, topraklarımızı işleyemez olduk, köyde ve arazilerimizde ne idüğü belirsiz silahlı gruplar türedi. Kadınlarımıza sataşıyor, çocuklarımıza sataşıyor. Bunca dert var. Bize bunları yapanlar ise senin halkına yani Alevilere ne yapar bir düşün…” dedi.

O gün anladım ki hayatta kör sağır dilsiz kesilemezdik. Çapımız kadar hayata müdahale kaçınılmazdı.

İşte o zamandan sonra halkın bilgi vermesiyle onlarca vakayı haberleştirip yerel, ulusal ve uluslararası medyaya ulaştırdık. Resimler ve bilgiler köylülerden, halktan, hatta bazı kamu görevlilerinden geliyor, vakayı haberleştiriyor ve yine geniş halk yığınları üzerinden ajanslara ulaştırıyorduk.

Evet duyuruyorduk, fakat müdahale etkisi az oluyordu.

Bu kontrol dışı odakların baskısına bu süreçten sonra maruz kaldım. Birçok şey yaşandı. Burada anlatılabilir şeyler değil. Çünkü sonuç alıcı olmaz. Hukuk bağımsızlaşınca ve ülke demokratikleşince mahkemelerde konuşuruz. BİR GÜN MUTLAKA!

Birçok vaka sadece haberleştirilmedi, sivil toplum kuruluşlarına da ulaştırıldı. Solcu, İslamcı ve liberal hak savunucularına verildi.

Sağ olsunlar, korka korka da olsa girişimlerde bulundular. Fakat bir şey değişmedi.

Beka meselesi ve savaş ortamı söylemi ile herkes manipüle edildi.

Sonuç odaklı hiçbir şey elde edilemiyordu.

Özellikle Suriyelilerin kaldığı kamplarda ve dışarıda yaşayanlara yardımcı olan Türkiye’nin İslamcı grupları vardı. Bunlardan biri Nakşili olmalı. Yani değil FETÖ ile Said Nursi geleneği ile taban tabana zıt bir gruptu. Samimi insancıl insanlardı, Suriyeli kadın ve çocuklara yardım ediyorlardı. Sahada yaşanan onlarca sorunun da tanığıydılar. Bunlara şunu öğütledim; “Gazetelere çıkartıyoruz haberleri sonuç yok. Sivil toplum kurumlarına veriyoruz sonuç yok, bir de CİMER’i deneyin. Devlet sizin, reis sizin reisiniz, belki sonuç alıcı bir şey olur.” Çünkü bu İslamcı grubun argümanı, “Reisimiz bir bilse, bunlara izin verir mi?” temelindeydi.

İşte o zaman CİMER’e bölgede yaşanan birçok sorun yazıldı.

Sonra ne mi oldu?

Bu İslamcı ekipte bir kadın vardı. Elinden gelse peçe takmayı isteyecek biri. Değil erkek eli sıkmayı, aynı arabada yolculuk yapmayı bile ret etmişti. Kendi mana dünyasında öyle yaşıyordu, bizim meselemiz değil bu.

Bu kontrol dışı odaklar, kadını almış ve bir süre alıkoyduktan sonra bir köye bırakmışlardı. Biri haber verdi, gittim yanına beni görünce nasıl ağlamaya başladı, nasıl hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı. Anlatılabilir bir şey değil. Bir ara elini başına götürdü. Başörtüsü alınmıştı. Birden anne rahmindeki çocuğun pozisyonunu aldı. Saçlarını elleri ile kapatmaya çalıştı.

Gömleğimi verdim. Başını gömleğim ile kapattı. Biraz rahatladı. Su içti, ağladı, su içti, ağladı, su içti, ağladı… Biraz dinginleşti. Fakat hala tek kelime konuşmamıştı.

Eşi ile bağlantı kurduk. İki araba yola çıktık. Bir araba önden bu karanlık gruplar yol kesmiş mi diye kontrol için giderken, diğer arabada köylülerden iki kadın ben ve şoför vardık. Kadını kocasına teslim ettik.

Zaman geçti, o aile şehri terk etti. Giderken bir defa görüştük. Şöyle dedi kocası;

“Bir Alevinin gömleğini hayatımızın en değerli eşyası olarak saklamak istiyoruz. Bu nedenle sana yeni gömlek hediye vermek istiyoruz.”

Öyle de oldu…

Eğer bir ülkede demokrasi olmazsa, Alevinin gömleği gün gelir başörtüsü olur.

Eğer demokrasi olursa ülkede karanlık hiçbir grup varlık gösteremez. Ya demokrasi olacak, ya da her gelen erkin karanlığında kaybolacağız. Bunu bir düşünün Ensarız diyen ey insanlar…