Yıldönümünde haklı olarak 28 Şubat’ı hatırlıyoruz. Ne olduğu ve bu post-modern darbeye neden ihtiyaç duyulduğu bir sır değil ama işin bir yanı var ki sanırım bu gözden kaçıyor. 28 Şubat’ın Türkiye’nin siyasi rejimini “bin yıl sürecek” biçimde dizayn etme projesi hafife alınıyor; bin yıl söylemi şaka gibi durduğu, insana “yok artık” dedirttiği için böyle oluyor.

O yıllarda Türkiye’de hemen herkesin dilinde vurgulu biçimde yer alan sözcük “değişimdi”. Değişen dünya ve değişmesi gereken Türkiye konuşulmaktaydı. 12 Eylül’ün on yıl boyunca etrafına kalın duvarlar çekip içine kapattığı Türkiye artık nefes almak, dünyaya açılmak istiyordu. AB süreci bu nedenle heyecanla karşılanıyor, içeride ise küreselleşme süreçlerinden, Kemalizm’e, laikliğe, Kürt meselesine kadar Türkiye’de dün ağza almaktan korkulan konular tabu olmaktan çıkıyordu artık. Bizi demokratik bir sivil rejime taşıyacak yeni anayasa konuşuluyordu. Son derece ciddi bir entelektüel canlanma yaşanıyor, demokratik kamuoyunun alanı genişliyordu.

Bütün bunlar 12 Eylül dikta rejiminden radikal bir çıkış yaratacak devlet-dışı güçlü demokratik bir muhalefetin derinden derine oluşuyor olduğunun işaretleriydi. İslami muhalefet içinde “reel politika odaklı kendini yenileme” çabaları sürüyordu, Kürt hareketi yükseliyor, solda “özgürlükçü” bir toparlanma hissediliyor (ÖDP) ve entelektüel aydın hareketi kendine özgün bir kamu alanı yaratıyordu. Tek sözle Türkiye tarihinde ilk kez gerçekten derin bir değişim yaratabilecek bir güç ortaya çıkmak üzereydi.


Radikal- sivil- demokratik muhalefet.

28 Şubat’ın asıl hedefi işte bu muhalefeti dağıtmaktı. Çok önceleri bu muhalefeti kastederek “bir tarihsel blok” mümkündür diye yazmıştım. Zira tarihsel bloğun içeriği devlet-dışı olmaktır, bu nedenle devlet geleneğinin tarihsel taşıyıcılarıyla böyle bir şeyi düşünmek ham hayaldir. Her hangi bir geçici muhalefet ortaklığı olabilir elbette ama böyle bir muhalefet Türkiye’nin çözüm bekleyen köklü sorunlarını çözüme kavuşturamaz. Zira bu sorunların çözümü, ancak değişimi, ulus-devlet mantığının dışına çıkacak biçimde radikal demokratik bir tasavvur üstüne oturtmakla mümkün olabilir.

28 Şubat yükselen bu muhalefeti dağıtmakta başarılı olmuştur. En başta ana akım medya olmak üzere yüksek yargı, asker ve diğer güvenlik güçleri “şeriat geliyor” manivelasıyla, yoğun propagandayla, andıçlama ve brifinglerle hizaya sokulmuştu. Başka deyişle AK Parti iktidar olmazdan önce devlet tahkim edilmişti zaten. Bu durumu bugün MİT- Emniyet- Yargı- İktidar geriliminde daha iyi görebiliriz. AK Parti iktidar olduktan sonra da Ergenekon örgütlenmeleriyle 28 Şubat etkinliğini sürdürdü.

Yükselmekte olan demokratik muhalefet 28 Şubat’la birlikte kırıldı.

 

Sık tekrar ediyorum ama, 28 Şubat’ın tekrar hatırlandığı bugünlerde bu yüzleşme kaçınılmaz. Ne var kisolda o günün sorumluları hâlâ bu yüzleşmeyi yapamıyorlar. Solun din ve İslam konusunda geleneksel hatalarını sürdürdüğü durumda kendini toparlamasının mümkün olamayacağına inandığım için sıkıcı olma pahasına bu tekrarı yapıyorum.



20 şubat tarihli Vatan gazetesinde Ruşen Çakır “Ne şeriat ne darbe” sloganının sola indirdiği darbe” başlığı altında hem İslamcı kesimler içinde (Gülen Cemaati) hem solda bu darbeye karşı tutum almada gösterilen zaafa dikkat çekiyor. Doğrusu Ruşen Çakır’ın bu yorumuna bütünüyle katılıyorum. Yazısının girişinde Çakır: “O günleri yaşamamış olan bir kişi, 15. yılında 28 Şubat süreci hakkında yazılanlara, söylenenlere bakınca toplumun ezici bir çoğunluğunun TSK’nın siyasi sürece müdahalesine karşı olduğunu, hatta ona direndiğini düşünebilir. Hâlbuki gerçek farklıydı. Örneğin 28 Şubatçılar güçlü bir toplumsal desteğe sahiptiler. Ayrıca dişe dokunur bir direnişle de karşılaşmadılar” diyor ki, çok doğru. Yazısının devamında Özgürlük ve Dayanışma Partisi’nin (ÖDP) “Ne şeriat ne darbe” sloganında somutlanan iki tarafa da eşit mesafede durma siyasetini eleştiriyor.
Sonuçta bugün demokratik birleşik bir muhalefetten söz edemiyoruz. Ağırlığı AKP’de olmak üzere karşılıklı yanlışlar sonucu AKP ve Kürt özgürlük hareketi karşı karşıya gelerek önemli bir fırsat yitirildi. AK Parti “reel politika odaklı yenilenme” çizgisinin yalnızca reel kısmını hatırlıyor bugün, yenilenme kısmını unuttu. Öyle olunca da Hocalı’yı protesto mitinginde şahit olduğumuz gibi milliyetçiliği de aşan bir ırkçı tepkiye İçişleri Bakanı destek vermekten geri kalmadı. Sol inişini sürdürdü. Aydın hareketi bu kez de PKK nedeniyle ayrıştı.


Demek oluyor ki 28 Şubat derslerini öğrenememişiz.