Günlerdir yazmayı düşünüyorum. O kadar çok fikir değiştirdim ki yazacağım konu hakkında, sonunda ortaya karışık bir şeyler dökmeye yani zihnimde biriktirdiklerimi boşaltmaya karar verdim, sevgili okuyucum.

Önce cadılar ve büyücüler hakkında yazmayı düşünmüştüm. Seyrettiğim ergen dizisinin üstüne bir de oturup belgesel seyrettim ki yazdıklarımın bir ağırlığı olsun, çünkü dizi hafif, konu hakkında kulaktan dolma fikirlerle çekilmiş bir diziydi. Tam yazacaklarımı zihnimde toparlayayım derken Ölüm Mekan Sanat sempozyumunun zamanı geldi. İki gün ona katıldım. 

Her önüme gelene ölümden bahsetmeye başladım.

Hep öyle olur ya, bir kapıdan girersin, artık geçtiğin eşikler hep birbirinin devamıdır. Aslında o senin yaşadığın kısa süreli farkındalıktır.

İşte öyle zamanlardan geçtim anlayacağınız.

Öncelikle şu seyrettiğim büyücüler ve cadılar belgeselini ziyan etmek istemiyorum. Biraz ondan bahsedeceğim.

İnsanlık tarihinde orta çağa kadar olan dönemde şifacı, ilahi söyleyen kadınlar, bilge kadınlar olarak anılırmış. 

Ne zaman Hint Avrupa kökenli göçebe kavimler ortalıkta salınmaya başlamış durum değişmiş. Bu göçebe kavimler eril bir zihniyete sahip ve dolayısıyla tek tanrılı oldukları için bilge kadınlar birden şeytana hizmet eden, onun gölgesi, kötülüğün simgesi olmuşlar.

İlahiler, büyücülerin söylediği sihirli sözler olarak anılmaya başlanmış

Belgesel de diyor ki, kadınlar yemek yaptıkları için hayvanları insanları iyileştirmek için şifacılıkla ilgilendikleri için doğal olarak büyücükle, cadılıkla suçlanıp yakıldılar.

Bazı yerlerde o kadar çok kadın yakılmış ki ortalıkta kadın kalmamış.

Dünyada işkencenin 3 aşaması varmış.

Engizisyon mahkemelerinde o güne kadar yasaklanmış olan 3. aşaması yani ölümden başka sonu olmayan işkenceler yapılmış ve kadınlar bir an önce ölmek için, her türlü suçlamayı kabul etmişler.

Modern zamanda büyücüler ve cadılar yine gündemde kendilerini başka bir isimle adlandırıyorlarmış.

Ve insanlık halinin en başına dönmüşler.

Erk dünyanın kadına unutturduğu şifacı, dişil yanlarını hatırlayarak en doğal hallerini yaşadıkları zamandan başlamışlar, yeniden.

Modern zamanın cadıları, doğadaki şifacı yanlarını; kendilerini ve dünyayı iyileştirmek için kullanmaya devam ediyorlarmış.

Cadıların tarihi, kadınların toplum içindeki gelişim sürecine de iyi bir örnek gördüğünüz gibi.

Biz de dün akşam ailenin cadıları olarak, kuzenler buluşup, Kadıköy’de oturup içtik. O kadar çok güldük ki üzerimdeki o melankolik ve hüzünlü hava uçup gitti.

Sohbetin sonlarına doğru gülmekten yorulup, çakır keyif her birimiz, gözlerimiz uzaklara dalıp içimize çekilmiştik ki, biri dünden beri insanların konuştuğu konuyu, koydu masanın üzerine.

Tam 45 dakika dedi, Ahmet Kural, Sıla’yı duvardan duvara çarpmış. Başına kül tablasıyla vurmuş. Bacaklarını tekmelemiş. Kulağına tekme atmış. Seni öldürürüm diye bağırıyormuş.

Ahmet Kural’ın komşusu mesaj atmış, bir kadını dövüyor diye.

Televizyona çıktı dedi biri, sanki ekrandan çıkacak gibiydi. Hareketleri o kadar pervasızdı ki. Bir itişip kakışma oldu aramızda, dedi.

Basın açıklaması yapmış sonra Ahmet Kural, başta Sıla Gençoğlu sonra kadınlar olmak üzere herkesten özür diliyormuş. Sıla’nın ona söyledikleri karşısında daha metanetli olmalıymış. Sabretmesi gerekirmiş.

Buna benzer kelimeler sarf etmiş.

Toplumu yardıma çağırıyor dedi, bir kuzen.

Şehrin, toplumun hafızası olduğu gibi, böyle toplumsal genetik kodlamalar da toplumda var.

Sihirli kelimeyi söylüyorsun hem de hiç farkında olmadan.

Erkeğin metroda bacaklarını açıp oturmasının normal, elini cebine sokup pantolonun içindekini kaldırıp, sağdan sola geçirmesi en hafifinden kroluk ama kadının sütyenini çekiştirmesi hafif meşreplik, maazallah metroda bir kadının apış arasına sıkışan külotunu eliyle düzeltmesi, metroda canlı bomba varmış etkisi uyandırır.

Erkek adamın sabrının sınırları vardır. Bunu hiç tanımadığı bir kadına bile hatırlatır. Hem erkekliğini hem de kadının sınırlarını.

Aramızdaki tek erkek kuzen, kadınların söylemlerinden kendine de bir pay sıçramasın diye, dinlemede kalıp telefonuna sığındı bir süre. Sonunda o da dayanamadı.

Basına sağlık raporu sızmış dedi. İdrarında kan varmış, kafatasında ödem.

Sonra biz ailemize has gürültülü sohbetimize devam ettik...

Durun henüz bitmedi. Bu Ölüm Mekan Sanat sempozyumunda seyrettiğim bir belgeselden de bahsetmem lazım.

Bir rahibin hayatını anlatıyordu. Galiba 26 sene ölüm odalarında idam mahkumlarının yanında bulunmuş.

Rahip babasından çok dayak yermiş. O dönemin babalarını anlatırken uzun kemerleri vardı diyor. Hem pantolonu tutmak içindi bu kemer, hem de çocukları dövmeye yarardı.

Kardeşlerimin arasında en çok ben dayak yedim. Çünkü isyankar bir çocuktum. Babam hem döverdi hem de ağlama derdi. Ben de ağlamamayı öğrendim.

Rahip hakkında belgesel çekilmesinin sebebi, meslek hayatında 40 dan fazla idama şahitlik etmiş. Kimini sakinleştirmiş. Kiminin son yemeğini yedirmiş. O ayrıldıktan sonra o hapishanede 400 idam daha gerçekleşmiş. Şimdi orası bir müze olmuş ve insanlar en çok idam sandalyesini merak edip ziyaret ediyorlarmış.

İdam için kullanılan ilacın tesir süresi 11 dakikaymış. Üç aşaması varmış. En son aşamasında kalbi durduracak iğne yapılıyormuş.

Bazı mahkumlara canlarının yanmayacağını söylemek zorunda kalmış.

Başlarında durup ayaklarından, ellerinden tutmak zorunda kalmış.

Süre 11 dakika ama acı çekiyorlar diyor.

Hayvanları öldürmek için yapılan bir ilaçmış aslında sonra veteriner birliği tarafından acı veren bir şey olduğu için yasaklanmış.

Rahip ölümünden sonra suçsuz olduğu anlaşılmış, insanların da idamına tanıklık etmek zorunda kalmış.

Psikolojik tedavi görmüş bu yüzden. Sonra da işini bırakmış. Ve böyle mağdur olan ailelere yardım eden bir kuruluşta çalışmaya başlamış.

Hiç ağlayamadığı için her idamdan sonra eve gelip, odasına kapanıp, hissettiklerini kayda alma alışkanlığı edinmiş.

Rahip, gözyaşlarını gözyaşı şişelerine doldurur gibi kasetlere, kayıt etmiş duygularını.

Belgesel çekilene kadar, ailesinden hiç kimsenin haberi olmamış bu kasetlerden.

Mahkumlarla arasındaki ilişkiyi anlatırken bir cümle söyledi rahip, dedi ki ben onlara baktığım zaman sadece bir suçlu görmüyordum. Baba olduğunu, sevgilisi ya da karısı olduğunu, çocukları olduğunu da görüyordum.

Belgeselin başına oturduğumda karısı ve kendisi sevimsiz geldi bana. Çünkü ölüm odasında gardiyan ve mahkumdan sonra olan üçüncü kişiydi. Bu işi yaptığına göre insanların idam edilmesini istiyor demek ki diye düşünüyordum.

Onu dinledikçe hayran kaldım ve zaman geçtikçe salya sümük seyretmeye devam ettim.

Oğlu ve kızları sofra sohbet ederken kızı, dedi ki bana tecavüz etse biri ya da günlerce işkence etse. Onun nasıl bir ceza almasını istersin.

Peder kızına dönüp, bir hücrede ömür boyu mahkum olmasını isterim, dedi.

Ölmekten betermiş dedi, kızı.

Yine dayanamadım bir film değil iki belgesel anlattım.

İnce bir sınır her zaman her yerde vardır.

Hepimiz o sınırları bazen aşarız ve çeşitli hallerde kanatırız etrafımızdaki insanları.

Benim için makbul olan insan, baktığında varlığının enerjisini hisseden insan halidir.

Herkes böyle bir meşrebe sahip olmak zorunda değil ama bilmek, o şeyin varlığından haberdar olmaktır.

Bilmenin her türlüsü iyi bir şeydir.

Güzel günlerde görüşelim ve görüşmelerimiz iyiliklere vesile olsun.