Yaşadığımız ülke olan Türkiye’nin de içinde olduğu pek çok ülkede “Ulusal güvenlik kaygısı” adı altında ülkenin bekası yani kalıcılığı, gündemde tutulmaya devam ediyor. Türkiye gibi gelişmekte olan ülkeleri geçtim ABD’de bile Trump ve benzeri siyasetçiler, halen bu söylemi kullanabiliyor ve o ülkelerde yaşayan insanların çoğunluğu da bu söylemin yarattığı psikolojiden kurtulamıyor. Peki, neden? Beka, Arapça’dan gelen ve anlamı da kalıcılık, ölümsüzlük olan bir sözcük.  Yani bir ülkenin beka sorunu demek o ülkenin, devletin hatta milletinin tarihten silinmesi sorunu/riski anlamına geliyor kabaca. “Bu durum da ancak başka ülkelerin devletlerinin müdahalesiyle gerçekleşecektir” düşüncesiyle dış düşman ve onların içerideki işbirlikçileri korkusu ile buna bağlı düşmanlaştırma yaklaşımı, bir şekilde yaşatılabiliyor. Böyle bir tehdit, 21. Yüzyılda halen geçerli mi? Ülkenin bekası derken korunmaya çalışılan şeyler neler? Sınırlar mı, ülkenin adı mı, halkın etnisitesi mi, varlıkları mı, halkın kendisi mi …? 21. Yüzyılda böyle bir söylem ve buna bağlı yürütülen her türlü siyaset, çağdışı ve gerçeklikten kopuktur. Neden mi? Yakından bakalım.

İmparatorluklar, Fetihler, Dünya Savaşları

Öncelikle bugüne ait sosyolojik ve siyasi pozisyonları anlamak için, eğer böyle bir derdiniz varsa ki en azından belki kendi yaşamınıza ait birtakım kararlar vermek amacıyla bu gerekebilir, doğru tarih okumaları yapmanız gerekir. Bugün hem basılı yayınlar hem de interneti kullanarak tarihsel bilgilere, teyitler ve tartışmalarla zenginleştirerek ulaşabilirsiniz yani bir sırlar aleminde yaşamıyoruz. Tabi doğru bilgiye ulaşmak; sizin inanmış olduklarınızı teyit etmek için değil gerçekleri teyit edecek bir araştırma yapmanızla mümkün. Ben de bu yolları izleyerek şu beka meselesinin, çok uzatmadan tarihsel izleğini özetleyeyim. Size bu vesileyle bir de web sitesi önereyim. Chronas.org sitesinde tarih boyunca dünya üzerinde oluşan haritalara dilediğiniz zaman için ulaşabilirsiniz. Bu sitede de detaylı ve aynı zamanda derli toplu görebileceğiniz gibi tarım toplumuna geçiş süreci sonrasında aile bazlı kurulan irili ufaklı egemenlik alanlarının süreç içinde büyük imparatorluklara dönüşümü, sonrasında da onların topraklarına giren başka imparatorlukların da o toprakları ele geçirmeleri söz konusu. Önce Hristiyanlığın Roma İmparatoru tarafından kabulü ile bir anda nasıl yayıldığını sonra da Müslümanlığın Arap İmparatorluğu fetihleri ile nasıl Ortadoğu – Afrika – Ön Asya bölgesinde yayıldığını ve tüm bunların, o halkların kendi inisiyatifi ile değil de yönetici kadronun baskısıyla oluştuğunu anlayabilirsiniz. Mesela neden Brezilyalılar Hristiyandır da Endonezyalılar Müslümandır? Ya da neden Brezilya’nın yüzölçümü o kadar fazladır da Bolivya ondan hayli küçüktür?

Dinlerin yayılışı, sömürgeleşme dönemi, fetihler çağı ve sanayi devrimi sonrası 20. Yüzyılın başındaki 1. Dünya Savaşı’nın ardından İmparatorlukların çöküşü ile yeni ulus-devletlerin inşası. Sonrasında modern dönem hazırlığında milliyetçilik temelli ideolojik ayrımlar, ulus devletlerin süper güç olma hayali, ekonomik paylaşım anlaşmazlığı ile 2. Dünya Savaşı. Bu savaşın ardından süren Soğuk Savaş döneminde bugünün son modern dünyasının temellerini atan insani mücadeleler ve demokrasi tarihi ve 1990’larda yeni bir sürece geçiş. 2000’lere gelindiğinde aslında bugünün insan hayatını belirleyen pek çok kavramın ve alışkanlığın sadece son yüzyılda ortaya çıktığını görebiliyoruz. Diğer yandan dinler – sınırlar – gelenekler – kutsallıklar, eskilerden, çok eskilerden devralınıp bir nevi, kimin elinde ne kaldıysa korunmaya çalışılıyor. Ancak itiraf etmek gerekir ki bunların tamamı, politik bir silah olmaktan başka bir anlam taşımıyor keza bugünün insanının ihtiyacı ve hayattan beklentisine, gelenekler, inançlar, sınırlar, kutsiyetler, çare olamıyor.

Ülkemiz Yıkılırsa Biz Ne Yaparız?

Geçmişte yaşanan travmalar, insanın geleceğine bakışını etkiler. Toplumlar da böyledir. Yaşadığı toprağı, malını, mülkünü, canını, ailesini savunduğu savaşlar yaşamış olan toplumlar, geleceğe bakarken de bu saldırılma travmasından kolay sıyrılamazlar. Salt onların desteğini alarak iktidarda kalıp kendi amaçlarını gerçekleştirme derdinde olanlar da bu travmaları kullanabilir hatta bizzat kendileri de bu travmayı yaşadıkları için durum daha katmerli ve gerçeklikten kopuk hale gelebilir. Geçmiş zamanlarda yani fetihler döneminde ya da imparatorluk savaşlarında bu savaşların nedenlerine bakıldığında; yayılmacılık ve ekonomik gelişmeyi görebilirsiniz. Savaşlar, yeni ticaret alanları ve yolları elde etme, insan gücünü artırma, teba yaratma gibi nedenlerle yaşanırdı ve evet o zaman imparatorluklar yıkılır, yerine yenisi kurulur ya da bir başkasının egemenliğine girerdi. Bugün yine devletlerin ekonomik olarak ayakta kalmak ve sorumlu oldukları halkın refahını sağlamak için başka coğrafyalardan güç alma girişimleri var ve olacaktır da. Ekonomik, sistematik ya da askeri/stratejik olarak güçlü olan devletlerin bunu yapma biçimi ise diğer devlet kurumlarını ortadan kaldırmak yerine onları yaşatmak ve o yaşayan organizmadaki gücünü artırmak yönünde gerçekleşiyor. Çünkü ekonomik kurallar ve gelişen teknoloji, böyle buyuruyor. Çok uluslu firmalar, olabildiğince çok ülkeye, o ülkenin kurallarına uyarak girmeye ve daha çok para kazanmaya çalışıyor. Bugün Türkiye de dahil yüzlerce ülke de, parası olan şirket, yatırımcı ya da bireyleri kendi ülkesine çekmeye çalışıyor.

1990’larda dağılan SSCB sonrasında bekası ortadan kalkan ülkelere bakalım, kaç tane var? Yugoslavya dağıldı örneğin ve çok kanlı oldu ama bugün o dağılma sonrası yeni kurulan ve her birinin zaten kendi tarihselliği olan devletler ve halklarının çoğu, artık Yugoslavya’nın olmadığından mutsuz değiller. Aralarındaki diplomatik ve ekonomik ilişkiler de devam ediyor. ABD; Irak ve Afganistan’a saldırdı, Fransa, Mali’ye girdi, Kuzey Afrika’da Arap Baharı yaşandı. Ancak sonuç olarak bu ülkeler, yine yerli yerinde kaldı, kimilerinin hükümetleri değişti, kimileri federe oldu, kimilerinde darbe oldu. Suriye’de 8 yıldır, Türkiye de dahil dış askeri müdahaleler yapan ülkelerin dahlinin de olduğu bir iç savaş devam ediyor ve böylesine kan dökülen, böylesine insanlık dramlarının yaşandığı Suriye için bile hala herkes, toprak bütünlüğü, demokrasi, yeni devlet, yeni anayasa diye görüşme üstüne görüşme gerçekleştiriyor. 1. Dünya Savaşı’ndan sonra Afrika ve Ortadoğu’daki pek çok ülkeyi doğrudan kendi egemenliğine alan İngiltere ve Fransa, daha sonra buralardan kendi isteği ile ayrıldı, izleri, ticareti, siyasi kontrolü ve kültürü hala devam ediyor olabilir ama oralar onların toprağı değil artık ve onların da zaten böyle bir yükün altına girmeye niyetleri yok.

2000’li yıllara gelindiğinde ortaya çıkan teknoloji merkezli yaşam biçimi, yarattığı olanakları ile reelde insan merkezli bir hayat sunuyor. Temel insani yaşamını ve güvenliğini elde eden herkes artık kendi hayatını kendi çizecek planlar yapma düşüncesinde. Bunun nedeni de bunun mümkün oluşu. Evet eski yüzyıllarda mümkün değildi. Birey; ailesine, cemaatine, yurduna daha bağımlıydı çünkü buna mecburdu. Onun başka şehirlerde, başka ülkelerde yaşamını garantiye alacak, ona seçenekler sunacak devlet güvenceleri de yoktu, sermaye yapısı da. Keza bireyin de zaten bunları düşlemesi için gereken bilgiyi temin edeceği yerler de yoktu. Bugün hepsi fazlasıyla var ve artarak devam ediyor. Dolayısıyla bugün savaş, açlık gibi koşullarda olmayıp ortalama yaşam süren herkes, kendi ülkesinde ya da bir başka ülkede fark etmez, kendi konforunu önceleyerek nerede ve nasıl yaşayacağını araştırıyor. Olağanüstü koşullarda olanlar da öncelikle kendi yaşam haklarının mücadelesini veriyor. Mültecilerin batıya gitme çabası ya da beyin göçü, farklı konforlarda ama şartları değişik, temeli aynı davranışlar. Ancak mesela beyin göçü konusunda bile, “Akıllı, bilgili insanlarımızı, ABD ve Batı dünyası çalıyor, onları kapıyorlar.. “gibi yine dar milliyetçi yorumlar yapılıyor. Kimse kimseyi kapmıyor, onlar gidiyor, gitmelerinin nedeni de kendi rahatlarını düşünmeleri ve çalışmalarını yapacakları özgür ortamın sunulması, hepsi bu. Dolayısıyla bu koşulları sunan, sağlayan ülkeler, tabii olarak kendi kurallarını koyacaktır.

21. Yüzyılın Siyasetçi Yalanı

2. Dünya Savaşı ve Soğuk Savaş sonrasında dış askeri müdahaleye uğrayan ya da iç karışıklıklarla dağılan ülkelerin ortak noktası ise baskıcı, otoriter, anti – demokratik lider ve/veya oligarşilerin yönetiminde olmaları. Emperyalist politikalara sahip ve bunu uygulayabilecek askeri güce sahip ülkeler de (ABD, İngiltere, Fransa gibi) bu durumu kullanarak, işlerine gelen yerlere müdahale ederek ekonomik ve stratejik çıkarlarını sağlama derdindeler. Örneğin ABD’nin Irak saldırısı da, Afganistan saldırısı da meşru değildi ama dünya Saddam Hüseyin ya da Bin Ladin’in yanında da yer alamadı. Ve tüm bunlara rağmen Irak da Afganistan da yerli yerinde duruyor. Onların geleceğine de yine orada yaşayan halk karar verecek ancak kolaycı bir şekilde bu durum kabul edilmek istenmiyor, yine başka devletlere, güçlere konu havale ediliyor.

21. Yüzyılda devletlerin beka sorunu yoktur, o devletlerin insanlarının yaşam sorunu vardır. Eğer bir ülkenin yönetiminde yer alanlar, kendilerini ülkenin sahibi olarak görüyorlarsa; devletin şeffaflığı, yargıya güven, demokratik yaşam ve bireysel özgürlükler, risk altındaysa işte o zaman o devlet, tabi eğer bir potansiyelinden ötürü sömürülmeye değerse, bir başka devlet ya da devletlerin müdahalesine açık hale gelir. İran için tehdit; doğalgazının, petrolünün olması ya da geniş sınırları değil Molla Rejimi’nin kendisidir örneğin. Ve bir ülkenin kaderini de 21. Yüzyıl ve sonrası şartlarında orada yaşayanların ortak aklı belirler. Küresel neo-liberal sistem, yeni model makro sömürü ve kar artırımı için devletlerin yok olmasını değil yaşamasını istiyor. Ve bu sistemle derdi olmayıp da beka meselesinden bahseden bir devlet yönetimi varsa; ya yalan söyleyerek halkı aldatmaya çalışıyordur ya da demokrasi ile ilgisi kalmadığından durumdan korkuyordur.