Zifiri Karanlıkta Olan Gerçek Aydınlar Mı, Yoksa Erk Sahipleri ve Şoven “Hukukçular” Mı?

89 üniversitede 1128 akademisyen ve devamında benzeri açıklamalar yapan bilim insanları ve aydınlar vicdanın sesi oldular.

Halife özentili erk sahibinin; insanlık tarihinde diktatörlere karşı eğilmeyen, vicdanı hür, düşüncesi hür, irfanı hür aydınlardan haberi yok. Çünkü yüksek katmanlı kültürü, özgür insanlığa yelken açan ufku, erdemliliğin temel şartı olan eşitlik-özgürlük-hakkaniyet aşkı yok. Başkasına karanlık derken yarın; tarih kendisi için zifiri karanlıktaydı diye saptama yapacak, farkında değil. Hitler’in istediği gibi Nazi akademisyenleri istiyor.

Aristokratken yoksulları ve özgürlükleri savunduğu için tüm asalet ayrıcalıklarını yitiren, Çar’ı eleştirdiği için yıllarca hapis yatan, Sibirya’da sürgünde kalan Buharin’den haberi yok.

Stalin’in hatalarını eleştiren, “İvan İvanoviç Yaşamış mıydı?” oyununu yazan Nazım Hikmet’ten haberi yok.

Fransa egemenlerine karşı, Yahudi olduğu için kirli ve gizli delillerle casuslukla itham edilen ve mahkum edilen Dreyfus’u, Emile Zola’nın nasıl cesaretle savunduğundan ve komployu ortaya çıkarttığından haberi yok.

Cezayir’in Fransa’ya karşı verdiği özgürlük ve bağımsızlık mücadelesinde, çağın 121 en büyük yazar ve aydınlarıyla; manifesto yayınlayarak Cezayir’in haklı mücadelesini destekleyen, Fransa sömürgeciliğini eleştiren Jean Paul Sartre ve Simone De Bauvoir’dan haberi yok. Paris başsavcısı soruşturma açtığında asla diz çökmediler. Boşuna diktatör De Gaulle, Sartre için “Sartre demek Fransa demektir, Sartre yargılanamaz” demedi. Fransa’nın diktatörü bile bizdekilerle kıyas edilemeyecek kadar aydının değerinin ve fonksiyonunun farkında olmuş.

Einstein, Stawan Zweg ve sayısız düşünür ve aydınlar asla sofra aydını, saray aydını olmadılar. Bertrant Russel Amerika-Vietnam savaşında Amerika’yı yargılayan etik insan hakları mahkemesinin başındaydı. Felsefi bir çok çalışmalarının yanı sıra; özyönetim, özerklik düşüncelerine ve araştırmalarına da önem verdi. Bu konudaki kitabı da geçtiğimiz Kasım ayında çevrildi.

Victor Hugo hep ezenlerin değil ezilenlerin dostu oldu. Düşüncelerinden dolayı 19 yıl sürgünde kaldı. Ülkesine döndüğünde onu yüz binler karşıladı. 9 Temmuz 1849’da parlamentoda yoksulluklar üzerine konuşurken, burjuva milletvekillerinin gözlerine bakarak “zamanımızın ve tüm zamanların gerçekliklerinin bir bölümü sosyalizmin temelinde var” demişti. Hugo, 1871 Paris komününe de sahip çıkmıştı. “Komün, kötü savunulan iyi bir iştir” demişti.

Komün vahşice bastırıldıktan sonra Belçika’ya kaçıp sığınmak isteyen komünarları Belçika hükümeti kabul etmeme kararı verince, Hugo bu kararı protesto eder, hükümete karşı bir demeç verir; “yasadışı sayılan bir insanın evime girmeye hakkı vardır. Evime gelip bir komün kaçağını almak isteyenler, beni alacaklardır.” der. Bunun üzerine sürgündeki Hugo’yu Belçika hükümeti sınır dışı eder. Önce Lüksemburg’a sonra İngiltere’ye geçer. Komünarların ceza almaması için etkili bir savaşım verir. Ama yenilgiye uğrar. Fransız gazeteleri, Hugo’nun ölüm haberini “Hugo öldü, gündüzle gecenin savaşı bitmiştir” diye verirler.

Şu anda bizde de zifiri karanlık geceyi, iktidar erkinin aveneleri ve şoven baro başkanları; gündüzün şafağını ve güneşini ise sessiz kalmayan aydınlarımız, akademisyenlerimiz temsil ediyor.

Hiç kimsenin göze alamadığı bir süreçte Edward Sait de efsanevi Filistin lideri Arafat’ı eleştirmişti. Ebu Cihad alçakça bir suikast sonucu öldürüldükten sonra sağa kayan ve teslimiyetçi olan Arafat’ı Edward Sait davayı terk etmekle suçlamıştı. Edward Sait’e göre entelektüel “iktidar odaklarına yardım etmez”. Ona göre entelektüelin bütün varlığı “eleştirel gücünü, kolay formülleri, klişeleri, egemenlerin uzlaştırıcı tutumlarını kabul etmeyişine” dayanır. Tüm iktidar sahiplerinin aydını anlamaları için Edward Sait’in “entelektüelin tanımları” adlı kitabını algılayarak okumaları gerekir. Lakin okumayacaklarını da biliyoruz.

Tarih boyunca gerçek aydınlar diktatörlüklerle boğuşmuştur. 100’lerce yıl öncede muhalefetteyken demokrat olan ancak iktidara gelince diktatör kesilen Calven’e karşı Castellio özgürlükleri savundu. Bedeli İsviçre’nin Basel şehrine sürülmek oldu. Stewan Ziveg ‘Calvenizme karşı Castellio’ diye çevrilen daha sonrada ‘zorbalığa karşı vicdan’ diye baskısı yapılan harika yapıtında tarihin o sayfasını çok güzel anlatır.

Ne acı ki sadece halife özentilileri değil, özgürlükçü hukuktan nasibini almamış, insan hakları hukukunun evrensel ilkelerine karşı olan batıdaki baro başkanları da gerçek aydının, gerçek hukukçuların, gerçek hak ve özgürlük mücadelesinin ne olduğunun bilincinde değiller. Daha da beteri dillerin ve halkların hak eşitliğine karşılar. Irkçılık derecesinde şoven ve milliyetçiler. Savaş politikalarına çanak tutacak kadar militarist düşünceleri yayma yarışındalar.

Bunların da tarihteki ezilenlerin hak ve özgürlükleri için canını veren hukukçulardan, avukatlardan haberleri yok. Bir örnek mi? Fransız ütopik sosyalistlerinden dönemin hitabeti, donanımı ve cesaretiyle tanınan Jean Jaures. Dönemin Fransız egemenlerine karşı o çok güçlü hitabetiyle hep ezilenleri savundu. Bedeli giotine gitmek oldu. Lakin yıllar sonra Fransa ondan özür diledi. Montpellier şehrinin en işlek caddesine anıtı dikildi. Montpellier’e gittiğimde, onun anıtını gördüğümde derin derin düşünmüştüm. İstanbul Baro başkanı, TBB başkanı verdikleri şoven demeçlerle sadece coğrafyadaki hukuk mücadelesine değil; dünya insanlığının avukatlık tarihinin onurlu hak ve özgürlükler mücadele sayfalarına da kara leke oluyorlar.

Bir başka örnek; Av. Berniger; bu ünlü avukat ta egemenlere karşı halkı savunurken hep haykırmıştı; “ben konvansiyona iki şey sunuyorum; hakikati ve kafamı. Birinciyi dinledikten sonra ikincisi hakkında dilediğiniz gibi karar verebilirsiniz” demişti. İstanbul baro başkanı ve TBB başkanı; masaya şovenizmi, savaş yanlılığını, dillerin ve halkların hak eşitliğine düşmanlığı, iktidar erkine yönettikleri baroları teslim etmeyi koyuyorlar. Yazıklar olsun!

Erdoğan Mısır’da darbe olduğunda; oradaki aydınları suskunlukla eleştirerek, aydınların görevinin gerçekleri söylemek olduğunu, susmamalarını belirtmiş hatta “ben hata yaparsam beni dahi aydınlar eleştirebilmeli” sözünü dillendirmişti. Müthiş bir pragmatizm ve oportünizm. İşine geldiğinde doğru enstrümanlardan yararlanıyor, politikaları eleştirildiğinde de en ucuz ve en kolay çirkinlik olan “ihanetle” suçlama yapıyor. Oysa ihanetle suçladığı aydınlar kafadaki kıl sayısı kadar bilimsel eser okumuş, yazmış gerçek aydınlar. Tüm riskleri göze alarak iktidar erkine karşı gerçekleri haykıran aydınlar, aydın müsvettesi değil, vicdanı ezilenler için çarpan gerçek aydının ta kendisidir.

Asıl karanlık; 1990’larda katılınan panellerde Kürt sorunu ile ilgili “federasyon dahi tartışılmalı” deyip 2015’lerde “ne Kürt sorunu ya, böyle bir şey yok” demek.

Asıl zifiri karanlık başkan olmayınca “ben size gösteririm mantığıyla savaşı yeniden” başlatmak.

Asıl zifiri karanlık politika tüm eleştirilere hatta çocukların en masumane sözlerine dahi hakaret davaları açmak.

Muhtarlara “kızlı erkekli bir arada kalınan evleri ihbar edin” demek.

İnsanların özel hayatların karışmak, kaç çocuk doğurmalarını, kürtaj yapmamalarını buyurmak.

Türkiye’yi büyük cezaevine çevirmek. Yasa dışı sokağa çıkma yasaklarıyla çocuk, kadın, ihtiyar demeden sivilleri hedef almak. 200 bin insanın karda kışta toprağından perişan halde göç etmesine sebep olmak.

Gerçek zifiri karanlık; “Azerbaycan tipi faşist bir başkanlığı” hedeflemek.

Tarihte sonu iyi olan hiçbir diktatör yoktur. Arkasından olumlu anılan bir diktatöre de insanlık tarihi bugüne kadar tanık olmadı.

Başta gerçek aydınlar ve özgürlükçü hukukçular olmak üzere insanlık onurunu yitirmemiş herkes insanlığa karşı işlenen suçlara ortak olmayacak ve susmayacaktır.