Çok uzun süredir yargı Engizisyon mahkemeleri gibi çalışıyor. 12. yüzyılda önce Marsilya’da daha sonra da İspanya’da kurulan Engizisyon Mahkemeleri’nde önce kararlar verilir, sonra yargılama yapılırdı. Siyah sözde deliller ve gizlilik esastı. Yargılamanın amacı önceden verilen kararı yargılanana tekrar ettirmekti. Kaftancıoğlu’na verilen karar, daha önceki Demirtaş kararı gibi, barış akademisyenlerine verilen kararlar gibi, Cumhuriyet gazetesi çalışanlarına verilen kararlar gibi birer Engizisyon kararı. Siyasi intikam kararları.

Türkiye’de yargı hiçbir zaman az da olsa bağımsız ve tarafsız olamadı. Uzun yıllar MGK’nın kılıcı gibi çalıştı. Şimdi de AKP başının kılıcı gibi çalışıyor. Kuşkusuz çok az istisnalar olabilir. Yargı yargılama değil idari birim faaliyeti yapıyor. Buna düşmanla savaş hukukunun özel bir uygulaması olan, konjonktürel operasyon faaliyeti de denebilir. Yani yürütmenin başı için, siyasi coğrafya alanını dizayn ediyor, muhalifleri siyasi coğrafyanın dışına atmaya çalışıyor.

Cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren yargıya kutsal devlet anlayışı Mahmut Esat Bozkurt fetvasıyla aşılandı. O hukukçulara direktif verirken "hukukçuların görevi devleti savunmaktır" demişti. Şimdi avukat haklarıyla, hukukun evrensel ilkeleriyle en ufak ilgisi olmayan T.B.B. Başkanı Feyzioğlu da "söz konusu olan vatansa gerisi teferruattır” diyor.

12 Eylül askeri darbe döneminde askeri mahkeme kararlarının dayanağı işkenceli ifadelerdi. Lakin o mahkemelerin dahi kriterleri vardı. Örgüt üyeliği için ceza verirken sahte kimlik, örgütsel döküman gibi bazı şeylerin varlığının aranması şartları ararlardı. Daha sonra DGM dönemi başladı. DGM’ler Kürtlere ve sola karşı sistemin kılıcı olarak çalıştı. Bu mahkemelerin de kararlarının dayanağı işkenceli ifadeler, itirafçı beyanlarıydı. DGM döneminde yargı hak ve özgürlükler açısından daha da geriye gitti. Sonra cemaatçi yargıçlar ve savcılar dönemi başladı. Bunların dönemi DGM sürecinden de kötü oldu. Zihin tarama yöntemleriyle, varsayımlarla cezalar verildi. AKP dönemine kadar muhaliflere uygulanan hukuk klasik "Düşmanla Savaş Hukuku"ydu. AKP döneminde ise özellikle son 6-7 yıldır uygulanan hukuk coğrafi alanı daha da genişlemiş AKP'nin düşmanla savaş hukukudur. Yani bu anlayış ve yargı pratiğine göre AKP'ye muhalif olan herkes düşmandır. Ceza vermek için hukuka uygun delile ihtiyaç yoktur. Yani delillerde ceza yargılaması hukukuna göre aranması şart olan: akılcılık, gerçekçilik, ispat kabiliyeti, olaya taalluk etmek, hukuka uygun olmak gibi kriterlere gerek yoktur. Muhalifse suç kanıtlanmıştır. Şu anda yargı son 40 yılın hak ve özgürlükler açısından en geri, en tehlikeli, en kötü dönemini yaşıyor. Nazi döneminin, Peron döneminin yargısına benzetmek abartı olmaz.

Adli yıl açılışının AKP genel başkanına biat ederek açılması, Erdoğan’ın satır aralarında kuvvetler ayrılığını önemsemediğini açıkça beyan eden sözleri, vahimdir. Erdoğan yaptığı konuşmada: "Yasamanın, yürütme ve yargının kendi içlerinde bağımsız çalışması, hepsinin de anayasada cumhurbaşkanına verilen devletin başı misyonu etrafında birlikte hareket etmelerine mani değildir" diyor. Yani yargının ve yasamanın yürütme üzerindeki fren ve denge işlevini kibarca reddediyor. Kuvvetler ayrılığında kendi içinde bağımsızlık diye de bir kavram ve hal olmaz. Yani üç kuvvetin de başı benim diyor. Yani üç kuvvet de Erdoğan’ın etrafında kol kola girerek onun isteğine göre hareket etmeli. Bu anlam çıkıyor.

Konuşmasında devamla daha da vahim bir fetva veriyor. "Sıkça ifade edildiği gibi kanun başkadır, hukuk başkadır, adalet başkadır. Biz kendimiz ve tüm insanlık için daima adaletin peşinde koşmalıyız" diyor. Hukuksuz adalet olur mu? Erdoğan’ın adaletinin kaynağı nedir? Gerçek adaletin kaynağı akıl ve bilime dayanan özgürlükçü, eşitlikçi, paylaştırıcı bir hukuk sistemi değil midir? Bu anlayış şu anda yargı pratiğinde görüldüğü gibi, Erdoğan’ın sübjektif adalet anlayışına uygun olarak kanuna, hukuka uymasa da her türlü hukuksuzluğun yapılmasına kapı açan bir anlayıştır.

Uluslararası ceza mahkemelerinin dayandıkları statülerde siyasi saikle yargılamalar yapılması da "İnsanlığa Karşı Suç" fiilleri arasında kabul edildi. Nitekim Arjantin’de de Peron döneminin çoğu yargıçları Peron döneminden sonra "İnsanlığa Karşı Suç”tan yargılandılar. Almanya’da da Nazi döneminden sonra Redburn yöntemiyle Nazi mahkemelerinin verdikleri tüm kararlar yok kabul edildi ve o dönemin yargıç ve savcıları yargılandılar.

Son dönemde girdiğimiz bir toplu davada daha sorgular tamamlanmadan, savcı esas hakkında mütalaa verdi. Bir sonraki celsede de kamuoyunu tatmin için en ağır cezalar verildi. Bir başka dosyamızda da 55 yaşındaki Avukat Murat Canım sadece ve sadece geri alınan bir itirafçı beyanıyla ağırlaştırılmış müebbet ve 42 yıl ağır hapis cezasına çarptırıldı. Atfı cürümde bulunan itirafçı şahıs Almanya’dan noter tasdikli mahkemeye gönderdiği dilekçede "Vicdan azabı çekiyorum, Avukat Murat Canım ve diğerlerine emniyet ve MİT’in baskısıyla atfı cürümde bulundum, talimat yoluyla tekrar ifademin alınmasını istiyorum" dediği halde tekrar dinlenmesi talebimiz ret oldu ve geri alınan atfı cürüm temel alınarak devleti ve kamuoyunu tatmin için en ağır ceza verildi. Yargının geldiği nokta bugün bu.

Ancak inanıyoruz ki hak ve özgürlükler mücadelesi sonucunda bu kararlar günün birinde Redburn yöntemiyle 'keenlemyekün' sayılarak yok hükmünde kabul edilerek, siyasi saikle karar verenler yargı önüne, ama dürüst yargılanma hakkına uyularak çıkartılacaklardır. Kazanan özgürlükçüler olacaktır.