Biliyordum böyle yapacaklarını’ demeyeceğim, ama ben bu yargıyı tanıyorum. Sizler de tanıyorsunuz aslında. Bu ilk icraatları değil. Geçmişleri böyle icraatlarla dolu.
Ben yargıyı bu ülkede en iyi tanıyanlardan birisiyim. 1969 yılından beri onlarca kez bu savcıların iddianameleri doğrultusunda ve bu yargıçların karar verdiği mahkemelerde yargılandım. Her biri ayrı bir öykü olarak anlatılabilir.
Bu yargıçlar, onlarca yıl bu ülkede ‘Kürt’ kelimesini yasakladılar. Benim gibi bu kelimeyi kullanmaya kalkan insanları mahkeme mahkeme, hapishane hapishane süründürdüler. Yüksek Seçim Kurulu’nda bulunan üyelerin acaba kaç tanesinin bu tür kararların altında imzaları var, dehşetli merak ediyorum.
Onların tek bildiği ‘devlete karşı suç’tur. Birisi devlete karşı suç işlemişse örneğin, Kürtçe eğitim talep etmişse o kimse ömrü billah artık iflah olmaz. Ne seçebilir, ne seçilebilir.
Gümüşhane’deyim. Buradaki insanlar da merak ve endişe içindeler. Bir yüksek yargı kurumu, bütün ülkeyi gerginliğe ve siyasi kaosa sürüklemeye aday böyle bir kararı acaba hangi dürtülerle verebilir? Kimse bana hukuk falan demesin. Çünkü bu kararın hukuki olmadığını ben de biliyorum, bu kararı verenler de biliyor.
Gerekçelerini okudum. Bu gerekçeleri dünyanın hiçbir demokratik kurumunda ve ülkesinde anlatamazsınız. Yürüyüş yapmış da, ceza almış da, diğeri ise kamu hizmetleri yapabilir kâğıdı getirememiş de...
Siz bu kâğıtlar eksikse istersiniz, getirmezse böyle bir karara varırsınız. Kaldı ki mahkemelere bu amaçla müracaat ettiklerini söyleyen adaylar, mahkemelerden buna gerek olmadığı yanıtını aldıklarını belirtiyorlar.
Bu ülkeyi kim yönetecek? Merkezini askerlerin ve yargıçların oluşturduğu bürokratik bir blok mu, yoksa seçimle işbaşına gelmiş Meclis ve hükümetler mi? Yine döndük, aynı noktaya geldik.
Bir grup yargıç, bütün ülkenin kaderini etkileyecek ve siyasi sonuçları olacak bir karara imza atıyor, siyasetçiler ise çaresiz açıklamalarla durumu geçiştirmeye çalışıyorlar. Demokratik rejimlerde iki başlı iktidar olmaz. Bu ülkede hâlâ iki başlı bir iktidar sistemi içinde yaşıyoruz.
Hiçbir itiraz mercii olmayan ve bir anda bütün adayları listelerden silebilecek bir örgütlenmeyle karşı karşıyayız. Bu konuda geçmişte yaşanmış felaketler de var. O kararı veren yargıçlar bilmiyorlar mı ki veto edilen bu adaylar, bir siyasi partiyi temsilen aday oldular. Onları veto ederek siyaset dışına itmenin yol açabileceği sonuçları anlamaları, kavramaları mümkün değil mi?
Hukuk konusunda da netleşmemiz gerekiyor. Türkiye’de hâkimler ve savcılar, ‘bireye karşı devleti koruma’ bilinciyle yetiştiriliyorlar. Halbuki evrensel hukukun günümüzde en büyük gelişme gösterdiği alan ‘bireysel haklar’. Bizdeki hukukçu, bireysel hakların gelişmesini zararlı görebiliyor.
Bizdeki hukukçu, kanunları özgürlüklerin ve demokrasinin gelişmesi, hukuk devletinin yerleşmesi mantığıyla mı, yoksa otoriter devlet mantığıyla mı okuyor? O kanunları nasıl okuduğunuza göre bir sonuç ortaya çıkıyor. İşte bu sonuç odur. 

Çözüm siyasette
Başa dönersek, siyaset bu kaotik duruma çözüm bulmak için harekete geçmelidir. Siyaset, çare üretmek için var. Şu yazıyı yazdığım ana kadar hükümetten ve Başbakan’dan bir açıklama gelmemiş olmasını da doğrusu garip karşılıyorum.
Bugün BDP bölgede seçimlere katılmama kararı alırsa, bunu Ankara’daki yargıçlar fazla umursamayabilirler, ama siyaset böyle davranamaz. Bunun hesabı onlardan sorulur.
Yüzde 10 barajı yeteri kadar utanç verici zaten. Bu yetmedi, adaylarınızı da veto ediyoruz dediğiniz an, Kürt sorununu siyaset zemininde çözme şansını ve olanağını da elinizin tersiyle itiyorsunuz demektir.
Türkiye çözüm bekliyor. Bu sorun, Kürtlerin olmaktan çok, artık Türklerin sorunu haline geldi...