12 Eylül’ün simge fotoğraflarından biriydi... Mahkemeye ‘don gömlek’ çıkan tutuklular... Bu fotoğrafın kahramanları aslında asker tutuklulardı. Ordu içinde “sakıncalı” bulunarak tutuklanan, sonra da ihraç edilen 12 Eylül’ün asker mağdurları ‘yüzleşme’nin konuşulduğu günlerde hakları için mücadele verdi. 12 Eylül darbesini ordu içinde yaşayan Rahmi Yıldırım ve Mete Çubukçu darbeden sonra atılan subaylardan. Biri subay, biri askeri lise öğrencisiyken gelen darbeyle hayatları değişen bu iki isimle ‘TSK’da darbe’yi konuştuk.
12 Eylül’ün hep dışarıdaki etkilerinden bahsediyoruz, o dönemin bir de ordu içinde yarattığı tahribat var. Sizin hikâyeniz de buna örnek...

Rahmi Yıldırım: 12 Eylül’de TSK’da gerçekleşen insan hakları ihlallerinin bilançosunu vereyim önce. 397 subay, 176 astsubay, 447 öğrenci yasadışı bulundukları gerekçesiyle TSK’dan atıldı ve hepsi işkenceden geçirildi. Benim de içinde olduğum 149 subaya toplu bir dava açıldı, 83’ü sanık olarak yargılandı ve sonuçta 1020 askerden ancak üç ya da beş kişi hüküm giydi. Ben Kuleli Askeri Lisesi’ne 1971’de başladım. Bizim okula girdiğimiz dönemde de 71 cuntasının tartışmaları sürüyordu. “İçimizdeki hain ne yapmak istiyordu” diye sergiler hatırlıyorum.

12 Mart’ın ardından tüm ülkeyi etkisi altına alan Deniz Gezmiş, Mahir Çayan gibi karakterlerden etkilenmiyor muydunuz?

İlhan Selçuk, Çetin Altan okuyarak etkileniyorduk... Dışarıdaki hava bize de yansıyordu. Sık sık okulda boykotlar yaşanıyordu. Biz 1978’de mezun olurken tabur komutanı, “Teğmen oluyorsunuz ama yüzbaşı olamayacaksınız” dedi. Bir dönemi gözden çıkardılar. Bunun önceden verilmiş bir karar olduğu belliydi. Sonrasında gözaltına alındığımızda, ordudan atıldığımızda da “Siz komünistliğinizi gizlemek için orduda başarılı olmuşsunuz” dediler.

Yaptığınız hizmetler de takdir edilmedi yani...
Evet. Kenan Evren “Maalesef hem genç hem başarılı olanları seçiyorlar” diyerek bizi nitelemişti. 12 Eylül darbesi TSK’da da gerçekleşmiştir. Hizmette hiçbir kusuru olmayan, başarılı öğrenciler solcu oldukları için işkenceden geçirilmiştir. Darbe 80 yılında artık beklenen bir şey haline gelmişti. 11 Eylül’de Çanakkale’de benim bulunduğum birlikte olağanüstü bir hareketlilik vardı. Benim hiçbir şeyden haberim yok. Saat 6’da kışlaya gittik, yine kimse yok. Bir er geldi, yanında, bana verilen ‘kışlada göz hapsi’ cezası. Sonrasında Çanakkale’nin Çan beldesinde görev yaptım sıkıyönetim döneminde. 1982’ye kadar böyle sürdü. O yıl Urfa’nın Suruç ilçesinde bölük komutanıyken önce arkadaşlarımın gözaltına alındığını haber aldım. Tasfiyeler yapılıyordu. İşkenceler başlamıştı. Tutuklananlardan Ahmet Erdoğdu, koğuşunda intihar etmiş olarak bulundu. Devresinin birincisiydi. Sıramı beklemeye başladım. En nihayetinde alındım, Merkez Komutanlığa getirildim, Ankara Bahçelievler’e. Sicil amirlerimin gönderdiği olumlu sicil sayesinde görevime iade ettiler. Göreve iade edildikten sonra 1 ay izne ayrıldım. Döndüğümde ilişiğim kesilmişti. O anda yeniden tutuklandım. Bir gece Adana’da kaldıktan sonra Bursa’ya geçtim. İlk kez orada “Üçüncü Yol” adlı örgütü telaffuz ettiler.

Simge haline gelen o fotoğraf nasıl çekildi?
Metris Cezaevi’nde ıslah etme politikasının simgesi olarak tek tip elbise dayatması başladı. İtiraz ettik. Tarihi bir tecelli olarak bunu kamuoyuna duyurma görevi de bize düştü. Bütün devrimci hareketlerin içinde ilk duruşma bizimki olduğu için biz bu misyonu üstlendik. Sabah üzerimizde pijama gibi bir kıyafet var. 10.00’a kadar ocak soğuğunda bekletildik. Orada planlama yaptık. Bekledik. Paravan açıldı, baktık, ailelerimiz, iki de gazeteci vardı. Mahkeme heyeti içeri girmeden biz kıyafetleri yırttık attık. O arada müdahale imkânı yoktu. Mahkeme heyetini o şekilde ayakta karşıladık. O arada Cumhuriyet gazetesinden Deniz Testel o fotoğrafları çekmeyi başardı. 17 Ocak 1984’tü.

Çıktıktan sonra nasıl hayata karıştınız?
O günlerde niye atıldığınızı ailenize bile açıklayamıyordunuz. Hem yaftalandık, hem işsiz kaldık. Tutukluluk süresi insanlarda tedirginlik, yorgunluk yaratıyordu zaten... 90’da örgütlenmeyi tartışmaya başladık. Haksız yere ilişiğimizin kesilmesine dair davalarımıza sahip çıkmak için. Askeri mahkeme reddetti talebimizi. 1992’de Eylül Emeklileri Derneği’ni kurduk. Geçici 15. madde kaldırılınca 28 Şubat mağduru askerlerle ortak çalışma başlattık. Küçük bir eklemeyle 12 Mart 1971 darbesinden bu tarafa diye bizi de eklediler. Ama uygulamada yine sadece 28 Şubat’ı kapsayacak şekilde uygulandı. İlk kez asker kimlikli bir topluluk olarak sokağa çıktık. Bildiriler yayımladık, kitlesel açıklamalar yaptık. Ve 12 Eylül mağduru olan 300 kadar askerin özlük hakları iade edildi.

12 Eylül 1980 günü subay oldum
12 Eylül 1980’de Kara Harp Okulu’nda öğrenciydiniz...
Evet. 12 Eylül günü subay olmak üzere İzmir’deki Menteş Kampı’na gidecektik. 11 Eylül günü bizi toplamışlardı; okul kaptanı törenin olamayacağını, Ankara’da önemli bir toplantı olduğunu söyleyip gitti. Sabah baktık ki ortalık inanılmaz sakin. Aileler yok, sokakta kimse yok. Alelacele yemin edip, subay olduk. 12 Eylül 1980’in benim açımdan böyle bir anlamı var. 18 yaşındayım o zaman. Babam da askerdi. Aslında benim asker olmamı istememesine rağmen ben heves edince karşı da çıkmadı.

Peki neler oldu 12 Eylül’den sonra ordu içinde?
Aramızdaki konuşmalar vs. her şey askıya alındı. Bir süre siyasetten uzak kaldık. Bir yıl sonra tasfiyeler başladı. Derken sıra bize geldi. Kenan Evren bizim okulda ‘ordu içinde de hainler olduğunu ve bunlara izin verilmeyeceğini’ anlatan bir konuşma yaptı. Biz de bir şeyler hissediyorduk. 12 Eylül’den sonra zaten hiç kimse ne oldu diye soramıyordu.

Askeri öğrencileri gözaltına alırken nasıl davrandılar?
Onlar da nasıl davranacaklarını bilmiyordu. Bizi üst baş aramasından sonra “Sizinle ilgili duyumlar var” diyerek, sorgulamak üzere götürdüler. Ben ilk grupta gidenlerdenim. Ankara Dil İstihbarat Okulu’na götürdüler. Alparslan Türkeş’i görüyordum. Bülent Ecevit de oradaydı.

Sorgulanmalar başladı. Günlerce, gecelerce. Ne yapıyorsunuz, hangi örgüte mensupsunuz diye sorular soruyorlardı. Kaba dayak, yıpratma dışında bir şey yapmadılar ama subaylara işkence yapıyorlardı. Ama işkencenin ne olduğunu Mamak Cezaevi’nde gördüm. Çok ağır işkence gören insanlar da vardı. Bizim şansımız oraya erken gitmekti, bizi nereye koyacaklarını bilemediler. Mamak’ın Hilton’u denilen yere götürdüler. Savcılık aşamasında serbest bırakıldık. Çünkü ortada bir suçlama yoktu.