12 Eylül sabahı neredeydin?
11 Eylül akşamı Yalçın Doğan’daydım. O zaman Cumhuriyet Gazetesi Ankara Temsilcisi’ydim. Gece 11 gibi Hürriyet Ankara Temsilcisi Cüneyt Arcayürek’i aradım. O da, “Durum kritik, gelirken Genelkurmay’ın önünden geç, lambalar yanıyor mu bak” dedi. Bir taksi çağırdık, Genelkurmay’ın önünden bir tur attık, sonra Meclis’in yanından Çankaya’ya eve çıktım.
Gelir gelmez telefon ettim, “Baba dedim, hiçbir şey yok, ışıklar da yanmıyor.” “Peki” dedi, yattık. Sonradan öğrendik ki, arka tarafa doğru gitsem, tanklar orada bekliyormuş, ışıklar arka tarafta yanıyormuş. Askerler eski darbelerden tecrübe kazandığı için arka tarafa taşınmışlar. Sabaha karşı telefonla uyandım. 

Cüneyt Arcayürek “Kalk ulan kalk” diye bağırdı. “Sesleri duymuyor musun?” dedi. Aynı sitede oturuyorduk. Açtım, takır tukur tank paletlerinin asfaltla vuruştuğu yerden çıkan sesle uyandık o sabah. Saat herhalde 02.30, 03.00. Cüneyt “Hadi kalk büroya gidelim” dedi. Bindik, bir yüzbaşı TRT’nin önünde durdurdu bizi. Cüneyt’i tanıdı, “Aman kapalı bir yere gidin, şu saatte sokağa çıkma yasağı başlayacak” dedi. Sağ tarafta radyoevinin önünde iki tane tank vardı. Rüzgârlı Sokak’ta teleksin başına oturduk. Tam izlenim geçmeye başlarken teleks de sustu. Bir saatte radyoyu açtık. Bildiri okundu önce, Hasan Mutlucan türküleri başladı. Benim ‘Tank Sesiyle Uyanmak’ kitabı gerçektir. 

Ankara Cumhuriyet Bürosu...
O zaman çok genç bir büroyduk. 34-35 yaşındaydım. Sedat Ergin 20’li yaşlarında, Füsun Özbilgen öyle, Erbil Tuşalp öyle, Işık Kansu öyle. Ufuk Güldemir… Çok şevkle çalışırdık. İlk toplantıda “Oturun not tutun, tarihi günler yaşıyoruz, 12 Eylül sabahı notlarınızı da bana verin” dedim. Benim kitabın girişindeki notlar onlardandır. Bir karar aldık ve dedik ki “Bu dönem bitip, siyaset serbest kalıncaya kadar, hapiste olan olmayan siyasiler aleyhine bir haber yapmayalım.” Bunu maalesef bir kişi ihlal etti, Uğur Mumcu’dur bu. O Meclis’in ne kadar kötü bir Meclis olduğunu, siyasetin ne kadar kirlendiğini, Meclis tutanaklarından hareketle bir dizi yaptı. Bu beni rahatsız etti. Çoğumuzu rahatsız etti. Çünkü bu yazılar bana göre adeta darbeyi meşrulaştırdı. Bunu ben çok önemserim çünkü genel yayın yönetmeni olduktan sonra da bu tavrımızı sürdürdük. Davalar başladığı vakit iddianameleri verdik. Türkeş’in, Erbakan’ın dahil savunmalarını verdik. 

Benim de bir mektubum var sana o dönem.
DİSK çiçek göndermişti. Erbakan da. Çünkü o dönem iddianameler çarşaf çarşaf veriliyordu, savunmalar es geçiliyordu. Milliyet’te böyle yapıldığını gördüğüm için çok tepkiliydim. 

Çağırıyorlar mıydı sizi uyarmak için?
Tabii. Orada iki tür uyarı vardı. Bir sıkıyönetim bildirileri yayımlanırdı, onları koymak zorundaydın. Recep Ergun Ankara Sıkıyönetim Komutanı’ydı. O brifing verir, istikamet verirdi. Bizim ilk kapatılmamız, Türkiye çapında, İlhan Selçuk’un “Kemalizm muz mudur?” yazısından olmuştu. Darbeyi ilk gerçek yüzüyle gösteren İlhan Erdost’un dövülerek öldürülmesi çok çarpıcı bir haberdi. Çok korkunç bir olaydı. Kardeşi öldürüldü, Muzaffer Erdost serbest bırakıldı. Bir gün önce olmuştu olay. Yüzü gözü çürük içindeydi. Onunla konuşmak, bize darbeyi hatırlattı. 

Bu arada Cumhuriyet gayet mesafeli duruyordu 12 Eylül’e karşı. O zaman dik durmak, İlhan Erdost’un ölüm haberinin birinci sayfada çıkmasıydı. Bir tek bizim gazetede çıktı, çünkü koyamıyordu kimse. İdamlar başladı, ilk olarak Erdal Eren’in infaz haberinin konulması çok önemliydi. 

Biz hep bir takım şeylerin dikine gitmeye başladık. Altan Öymen’in siyaset yapması yasaktı, biz 1. sayfada yazdırmaya başladık. Sonra siyaset yazması da yasaklandı. Hatta Haydar Saltık’tan geldi talimat. Sonra aklımıza Altan Abi’yi Atina’ya göndermek geldi. Gitti Yunanistan’a, her gün manşetten “Yunanistan’da seçim var” klişesinin altında yazı yazıyordu. Dördüncü, beşinci gün Haydar Saltık telefon etti. “Kes bu diziyi, Yunanistan’da seçim var, burada yok demek istiyorsun” dedi. 

84’te Şemdinli ve Eruh oldu. PKK baskını. Rıza Ezer’i yolladık. Fotoğraflar geldi, korkunç. Her tarafta operasyon yapılıyor, köyler basılıyor, duvara yüzlerini dönmüş köylüler. Ertesi gün bu fotoğrafları birinci sayfadan yorumsuz verdik.
Hiç unutmam, Necip Torumtay çağırdı. “Siz Türk ordusunu işgal ordusu gibi göstermişsiniz” dedi. Daha ilginci referandum hazırlanırken, “hayır” oylarının rengi maviydi. Bir noktaya kadar bütün fikirler serbest dediler, bir noktadan sonra sadece evet propagandası yapılacak dediler. Bir nokta geldi kestik muhalefeti. 20 küsur çok iyi eleştiri makalesi yazmıştı Uğur Mumcu. Baktım bizim karikatürcüler, İsmail Gülgeç, Behiç Ak, Tan Oral her gün aynı karikatürleri yapıyor. Atatürk’ün gözleri mavi, deniz mavi, gökyüzü mavi. “Nedir bu mavi” deyince, hepsi tuhaf tuhaf baktı. İsmet Berkan, Ümit Kıvanç, Alev Er, Umur Talu baktı yüzüme. Dediler ki, “Mavi yazamıyoruz, muhalefetimizi böyle gösteriyoruz”. 

Derken, 1. Ordu’dan Ekrem Dinç aradı, “Maviden söz etmek de yasak artık” dedi. O arada USA Today diye bir gazete yeni çıkmıştı ve mavi logoyla çıkmıştı, Yeni Asır da bunu taklit etmişti. Yeni Asır’ın logosu da kırmızıya çevrildi. Daha da ilginci bir sabah uyurken, telefon; Ümit Kıvanç. “Ağabey mavi haberi çıktı, gırgır olsun diye bir haber yazmıştık. Haberde belediye otobüslerinin biletleri maviymiş, referandum var diye o biletler imha edilmiş diyorduk.” “Eee” dedim, “haber doğru”. “Değil” dedi. Gırgır diye yapmışlar, birinci sayfadan girmiş. “Allah belanızı versin” deyip gittim, akşama kadar bekledik. Bir şey çıkmadı.
Tercüman ve onun temsil ettiği muhafazakâr sağ ilk başlarda darbeyi desteklemişti. Adalet Partililer siyaseten yasaklıydılar ama sindiler. Çünkü o dönem Tercüman’ın başyazıları askerin solu ezeceğini ima ediyordu, Tercüman bu konuda başı çekmişti. Orada 19 ya da 17 Kasım günlü yazısına bak Nazlı Ilıcak’ın. Anayasa referandumu gelirken, ben Güniz Sokak’ta Çağlayangil’le görüşmeye gittim, “Karşı çıkmayacak mısınız” diye sordum. “Neden yapalım?” dedi. Bu ne zaman bozuldu biliyor musun, partilerin kapatılması ve siyaset yasakları haberi geldiği anda. Ondan sonra darbeye karşı mücadeleye başladılar. 

Cumhuriyet’in kapatılmaları?
‘83 Ocak ayıydı ve gazete kapatıldı. Hiçbir gerekçe gösterilmedi. Ben Sıkıyönetim’e sorduğum vakit, “Uyumsuzluk” dediler. Hemen arkasından da Nadir Nadi hakkında ağır hapislik bir dava açıldı. Selimiye’deki Sıkıyönetim Mahkemesi’nde. O zaman anladık ki, o yazıdan dolayı kapatılmışız. O yazı da, Nadir Nadi tarafından 27 Mayıs 1960 darbesi döneminde yazılmış bir eleştiri yazısıydı. 12 Eylül darbe yönetimi Dil Tarih Kurumu’nun statüsünü değiştirince Nadir Bey 20 yıl önceki yazıyı bir daha bastı. Ondan dolayı kapatıp dava açtılar. Nadir Bey o zaman 70’ini geçmişti. Öyle bir zamanlama ki ofset için ısmarladığımız matbaa makinesinin bedelini transfer etmiştik. Bizi batırmak için bunu yaptılar. 20 küsur gün kapalı kaldık.
12 Mart darbesi döneminde gayet mutluydu sağ. Çünkü o darbe solu ezdi. Hatırlasana “Üçe üç” diye idama gönderdiler Denizleri. 

12 Mart döneminin bütün uygulamalarına evet demişlerdi. 12 Eylül’ün rejim değişikliklerine de onay verdiler. Soğuk savaş döneminde muhafazakârlar anti-komünizm için Amerika’nın yanında gittiler. Kanlı Pazar nasıl başladı? Mehmet Şevki Eygi’nin yazıları sonunda Beyazıt Meydanı’nda gençleri bıçakladılar. Her seferinde derin devletle birlikte hareket ettiler. Farklı olan, biz yaşadıklarımızı yazdık, onlar yazmıyorlar. Bugün baktığın vakit, hapisteki gazeteciler, Uludere, Kürtlerin eşitlik talebi, yer isimlerini değiştirmek… Hangisine kımıldıyorsun?

Gazeteci Mete Çubukçu’nun mektubu
“12 Eylül 1980 günü benim de içinde bulunduğum harp okulu öğrencileri subay olmak için yemin ettik. 1981 sonunda ise orduda tasfiyeler başladı. Türkiye’de sivil hayattaki toplum mühendisliği, daha ağır biçimde orduda da gerçekleştirilmek istendi. Yüzlerce askeri öğrenci nedensiz biçimde harp okullarından atıldı. Tabii ki bizler demokrat insanlardık. Ama bize yönelttikleri suçlamalar yapaydı. Dava açmak için gerekçe bile bulamadılar. Hiçbir mahkeme, askeri mahkemeler dahil dava bile açmadı, açamadı. Amaç bizleri tasfiye etmekti. Bizi harp okulundan acele biçimde attılar. Kontrgerillanin merkezi olan Dil ve İstihbarat Okulu’nda gözlerimiz bağlı olarak günlerce sorgulandık. Sonra emniyete, oradan da Mamak Askeri Cezaevi’ne yolladılar. Mamak’taki cezaevi müdürü Albay Raci Tetik’i biz de tanıdık. Ardından serbest kaldık. Bazı öğrenciler ve subaylara işkence yapıldı. Manevi olarak zor günlerdi. Evren bizler için “hainler” kelimesini kullanmıştı. Kimin hain olduğunu görmek için 32 yıl beklemek zorunda kaldık. Subaylar haklarını aldı. Öğrenci olanlara da haklar verilmeli. Bunun için mahkemelerde mücadele veriliyor.”

Tercüman
Tercüman’ın başyazısında Güneri Cıvaoğlu der ki, “Kamu vicdanını rahatlatmak için bir iki darağacı kurulmalı”. 12 Eylül’de necip Türk basını selama durmuştur. Onlar selama dururken dik duran da Cumhuriyet gazetesi olmuştur. Cumhuriyet siyasi yasakların kaldırılması için 1987’de referandum yapıldığında “Siyasi yasaklar kalksın” diyen tek gazetedir.
Demirel’in o zaman söyledikleri de müthiştir bize. 1985 yılında daha sıkıyönetim kalkmamışken, Evren bir konuşma yaptı. Ağır biçimde eleştirdi Demirel’i. Demirel de buna karşı bir demeç verdi. Bana da telefon etti. Sıkıyönetim’den telefon geldi. “Koymayın demiyoruz ama sonucuna katlanabilirsiniz” dediler. Öbür genel yayın yönetmenleri aradı. “Kardeşim ben koyacağım” dedim. 8 sütun çektik, “Evren’e karşı Demirel” diye. Bu yayın birçok şeyi yırtan adım oldu. İlk defa olmuştu bu o zaman.
Ve bu 87 referandumunda Turgut Özal ‘büyük demokrat’, meydan meydan askeri darbenin siyaset yasağını destekledi. Sadece bu boyutuyla değerlendirmiyorum Özal’ı ama siyaset yasağını savunmak demokrasinin neresinde var? Nitekim sonradan bunu kabul etti. “Üç hatam” diye anlattı: “Biri anayasa referandumunda hayırı savunmak, ikinci yanlışım Semra Özal’ın İstanbul il başkanı olmasına izin vermek, üçüncüsü de bu.”