Bu yazıya başladığımda, Balyoz davası kararı yeni açıklanmıştı. Yargılanan emekli generallerin karardan önceki son sözleri, mahkeme ile sanıklar arasındaki ilişkiyi anlatacak değerde.

Emekli Orgeneral Bilgin Balanlı’nın sözleri yargılanan askerlerin ortak ruh halini yansıtıyor: “Burada verilecek hüküm bizlere değil, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin manevi şahsiyetine verilmiş olacaktır. Bizler bir siyasi hesaplaşmanın mağdurlarıyız. Bugüne kadar yaşananlar, bu mahkemeden adaletin çıkmayacağını gösteriyor...”

Tabii, Kafes davası ve Ergenekon davası da bu “davalar zinciri”nin bir parçası…

Askerler kendilerini “bir siyasi hesaplaşmanın mağdurları...” olarak tanımlıyorlar.

Birkaç sene öncesine gidip, Genelkurmay başkanlarının, kuvvet komutanlarının değişik vesilelerle yaptıkları konuşmaları yeniden incelersek, bunların demokratik bir rejimde yeri olmadığı gerçeği tüm çıplaklığıyla yüzümüze çarpacaktır. Siyasetin tam orta yerinde bulunmayı normal olarak görmek, “gündelik siyasete her an müdahale etme”yi temel bir görev gibi değerlendirmek, bu konuşmaların hepsinin ana mantığını oluşturur.

27 Mayıs 1960 darbesiyle şekillenen bu “siyaset yapma”, “iktidara ortak olma” duygusu, sonra gelen iki askeri darbenin ve çeşitli yöntemlerle hayatımıza giren askeri müdahalelerin başlangıcıdır. Zamanla, askerler, siyasetçiler ve toplumun geniş kesimleri, bu durumu içselleştirmeye yatkın bir ruh haline girdiler. “Asker siyasetle uğraşır, bu onun önemli işlerinden birisidir” anlayışı, son 50 yıla damgasını vurdu.
Asker iktidara kimin gelip kimin gelmeyeceğini belirleme yetkisini de kendisinde görmeye başladı. Dünya konjonktürü de uygundu: ABD, Sovyetler Birliği tehdidi nedeniyle askeri darbelere uzun yıllar destek oldu, göz yumdu, yeşil ışık yaktı… Ama giderek dünya değişti, ekonomiler büyüdü, yeni dengeler oluştu. Türkiye’de ilk kez, “şeriatçı” olarak tanımlanan siyasetçiler seçim kazandılar. Asker, iktidarını onlarla paylaşmaya bile tahammül edemedi.

TSK’nın bir dönem, iki dönem öncesi komutanları da dahil, onlarca general tutuklu. Bu davalar, bu ruh hali, darbeciliğin siyaset karşısındaki yenilgisinin işaretidir. “Yargılananlar suçlu mudur, değil midir” konusu ise ayrı bir tartışma başlığı. Ancak denklemdeki değişimin özü şu: “Hesap sorma yetkisini” kendisinde gören askerler, yargı karşısında hesap verir noktaya geldiler.

Türkiye militarizmle hesaplaştı mı?
Darbecilerin siyaset karşısında yenik düşmeleri, tarihsel bir kırılmadır. Tabii, üç askeri darbeyle kurumsallaşmış, adeta devletin işletim sistemine dönüşmüş bir militer yapıdan söz ediyoruz. Evet, AK Parti döneminde, bazı reformlar yapıldı. Ama “Militarizmin silinmesini sağlayabilecek bir yeniden yapılanma gerçekleştirildi mi?” sorusuna cevap vermek zor. Genelkurmay Başkanlığı, Savunma Bakanlığı’na bağlandı mı? TSK’nın harcamaları TBMM’nin denetimine alındı mı? Uludere’de masum vatandaşların üzerine bomba yağdırıp, katliama neden olan askerlerden hesap soracak bir yargı reformu yapıldı mı? Askeri Yargı, Yüksek Askeri Yargı kaldırıldı mı?
Siyasi iktidar, askerin kendisine bağlı olarak hareket etmesiyle sınırlı bir “sivilleşme”yi yeterli görüyor. En azından şu noktada, köklü veya hızlı kurumsal değişiklikler tercih edilmiyor.

Örneğin, Menderes’in başbakan olduğu dönemde de Genelkurmay Başkanı, kuvvet komutanları siyasetin emrindeydi. Başbakan onları görevden alabiliyordu... Ama, darbeci subaylar faaliyetlerini sürdürüyorlardı.

Bugün farklı bir konjonktürdeyiz, ancak darbeciliği tam anlamıyla sindirebilecek bir sistem oluşmadı. Belki “rol sınırları” değişse de, temel düşünce şekli değişmedi. Bir tedavi gerçekleştirildiyse de, organizma aynı organizma ve hâlâ aynı ruhsal bağımlılıklara sahip.

Balyoz davası gibi davalar, militarizme hesap sormak bakımından bir imkân oluştursa da, “sorunun halledilebildiği” bir düzlemden uzağız. Demokratik, normal ülkelerdeki asker- sivil ilişkilerine benzer bir sistem Türkiye’de henüz kurulmuş, kurulabilmiş değil...