Gazetelerde birkaç gündür çıkan röportajlar nurtopu gibi bir “Hatay sorunumuz” olduğunun işaretçisi. Muhabir arkadaşlarımız vatandaşlarla, yetkililerle ve Suriyeli mültecilerle görüştükten sonra hayli sorunlu bir Hatay resmi sunuyorlar bize. “Sorunlu” sıfatını iki ayrı olgu için kullanıyorum: İlki tabii ki mültecilerin gelmesiyle Hatay’daki birçok (ekonomik, kültürel, sosyal ve politik) dengenin ister istemez sarsılıp bozulması ve bunun yol açtığı sıkıntılar; ikinci olarak dünyanın dört bir tarafında değişik dönemlerde yaşandığı gibi, ev sahibi halkların mültecilere genellikle pozitif bakmamasından ve bu bakış açısının ister istemez gazetecilere de yansımasından kaynaklanan sorunlar.

Irak’tan göçenler-Suriye’den göçenler

Hatay’da yaşananlar doğal olarak Irak’tan iki ayrı seferde ülkemize sığınan Kürtleri ve o göçlerin yol açtığı sert ve sorunları akıllara getiriyor. Bu göçlerden ilkinin nedeni, İran’la savaşını sonlandıran Saddam Hüseyin’in 1988 Mart ayında Kürtlere yönelik büyük bir katliama girişmiş olmasıydı. Bu ilk göç çok kapsamlı değildi ve çoğunluğu da peşmergelerle aileleri oluşturuyordu. Yaklaşık üç yıl sonra 1. Körfez Savaşı vesilesiyle Saddam yine Kürtlere saldırınca ürkütücü ölçüde kalabalık bir mülteci akınına tanık olduk.

Her iki olayı zamanında gazeteci olarak yerinde izlemiştim. O günlerde yaşayıp gördüklerimle bugün Hatay hakkında duyup okuduklarımı karşılaştırdığımda birbiriyle epey farklı iki olayın söz konusu olduğunu düşünüyorum. Öncelikle dün Irak’tan gelen Kürtlere bölge hakkı kucağını açmıştı, öyle ki ülkenin batısında bazıları bu kucaklaşmadan ciddi ölçüde rahatsız olmuştu. Bugünse Hatay mozaiğinin önemli bir parçasını oluşturan Nusayri yurttaşların bir bölümümün Suriye’den kaçanlara karşı pek sıcak duygular hissetmediklerini biliyoruz. Çünkü gösterilen onca gayrete rağmen Suriye’deki çatışma büyük ölçüde ve maalesef mezhepler üzerinden seyrediyor.

Silah devreye girince

İkinci ve daha önemli farksa, dün Saddam rejimin devrilmesine angaje olmayan Ankara’nın bugün Esad yönetiminin yıkılması için alenen çaba göstermesi ve bu bağlamda Suriye muhalefetine, silahlı kolu da dahil olmak üzere destek vermesidir. Bunun sonucunda dün Irak’tan gelen Kürt mültecileri silahsızlandıran devlet, bugün Suriye söz konusu olduğunda tam tersini yapabiliyor.

Hükümetin bu stratejik tercihini şahsen yanlış buluyorum. Bunun ayrı bir tartışma konusu olduğu muhakkak ancak şurası da açık: Siz hem bir ülkeden kaçanlara insani gerekçelerle kapılarınızı açıp hem de topraklarınızı siyasi gerekçelerle aynı ülkedeki rejimi değiştirmenin üslerinden biri haline getirirseniz işler kaçınılmaz olarak karışır. İnsani olanla siyasi olanın bu kadar iç içe geçmesi de esas olarak gayrı insani odakların, örneğimizde eli kanlı Esad rejiminin işine yarar. Örneğin Esad rejimi yanlıları (ve tabii ajanları) kalkar, sizin tamamen insani kaygılarla sivillere sahip çıkmanızı karartmaya, onları birer savaşçı ya da potansiyel savaşçı olarak göstermeye çalışır. Tıpkı sizin Irak’a sığınan kendi Kürt vatandaşlarınıza yapmaya çalıştığınız gibi.

El Kaide faktörü

Son olarak El Kaide sorununa değinmemiz şart. Malum, Baas rejimi (ve ilginçtir onu destekleyen İran gibi ülkeler de) uluslararası kamuoyunu, Suriye muhalefetinde El Kaide çizgisinin baskın olduğuna, hatta El Kaide’nin fiilen muhalefetin liderliğini yaptığına ikna etmeye çalışıyorlar. Kuşkusuz bunda abartı payı çok yüksek fakat etki ve gücü ne olursa olsun bu uluslarası şebekenin Suriye’de varlık gösterdiği, hatta içlerinde Türkiye vatandaşlarının da bulunduğu kesin.

Bu noktada Ankara’nın tavrının son derece önemli olacağına dikkat çekmeliyiz. Eğer hükümet Suriye’deki El Kaide olgusunu önemsemiyorsa hata yapıyor demektir. El Kaide’ye göz yumulması daha büyük hata olur. Bir şekilde El Kaide’ye destek verilmesiyse felaket anlamına gelir. Daha önceki örneklerden ders çıkartmış olan AKP hükümetinin böyle bir yönelime gireceğine inanmıyorum. Ama Hürriyet gibi gazeteler bile bir şekilde El Kaide övgüsüne yönelince insanın aklı karışıyor doğrusu.