Osmaniye’nin herhangi bir esprisi yoktur. Şehir bir kavşakta kurulmuştur. Bir yandan Antep’e, Maraş’a, diğer yandan Hatay’a, öte yandan Ceyhan ve de Adana’ya, beri yandan ise Kadirli’ye yol verir. Köprü başını tutmuş Deli Dumrul misali. Esas olan köprüdür, başında duran değil. Osmaniye de o misal yani. Esas olan topraktır. Şehrin bir kıymetiharbiyesi yoktur. Bu şehir üstüne çok düşündüm. En makul şeyin bu şehri Toprakkale’ye bağlamak olduğu kanaatine vardım. Velev ki şehir Toprakkale merkezinde var olsaydı başka türlü olabilirdi.

Misal az ötedeki Haruniye, öyle değildir. O şehrin bir duruşu ve kadimliği vardır. Köy enstitüsü, öğretmen okulu, kahveleri, vicdanlı insanları, kaplıcaları, ormanları, ne ararsanız var. Osmaniye ise bir kavşaktır sadece. Orada durulmaz, aslında. Oradan gidilir. Yine de birçok yolcunun yolu Osmaniye’ye düşmüştür.

Ülkücü Cevat Osmaniyelidir. Evi, Kadirli yol sapağından sonraki sokakların birindedir.

Kendisi Tanrı Dağı kadar Türk, Hira Dağı kadar Müslümandır. Vücudunda da asil bir kan dolaştığına inanır. Diğer insanlardan muhtemelen farklıdır. Buna kanbilim uzmanları karar verebilir belki. Ki öyle bir bilim dalı varsa.

Cevat’ın ortaokulda bir türlü çıkmayan bıyıklarına küfürler ede ede kalemle kendine hilal bıyığı çizip okula gitmişliği vardır. O gün okula alınmasa da, tüm gün Osmaniye sokaklarında o haliyle gezmiştir.

Öyle bir ülkücü ki Cevat, Ocak’ta yapılan seminerden sonra sokaklarda Kürt avına çıkıp, yoldan geçen güçlerinin yettiği birçok kişiyi dövmüştür arkadaşlarıyla. Onun deyimi ile bu “Deyyusçe hareketi” yoldan çevirdikleri bir Kürdün, ‘çarşı iznine çıkmış şerefli bir Türk askeri’ çıkması üzerine bırakmıştır. Hep öyle anlatsa da bu olayı, aslı öyle değildir. Bilen bilir. Olayın aslı şudur. Evet dağıtıma çıkmış Kürt kökenli bir Türkiye Cumhuriyeti askerini sinemanın orada evire çevire dövmüşlerdir.

“Ben askerim, ben askerim” bağrışları üzerine de hemen oradan sıvışmışlardır.

Bunların hepsi doğru, lakin akabinde “yine bir Kürt dövdük” diye okulda anlattılar bu olayı.

Buna olaya çok kızan ve kendilerine her okudukları romandan etkilenerek başka başka isimler takan solcu bir grup, özellikle de kız öğrencilerden oluşuyordu bu grup, Ülkücü Cevat ve arkadaşlarını evire çevire döverler. Bu olay hakkında herkes sessizlik yemini etmişçesine, mevzu kapatılır ve de sokaktan adam çevirip dövme hadisesi külliyen bırakılır.

Ülkücü Cevat, kendi odasının duvarına dev bir Türk bayrağı çizdirmiş, sabahtan akşama, akşamdan sabaha “Ölürüm Türkiyem” şarkısını dinlemiş ve dinletmiştir.

Aynı bahçede amcasının da evleri vardı. Amcasını sever sayar Cevat. Amca çocuklarını korur kollar. Hele Nurhayat’ı başka bir biçimde korur, kollardı. Biri onunla teneffüste konuşmaya görsün, eve dek biri onunla yürümeye görsün… Gücü yetmese de bazı çocuklara, hıncını çöp kutularından, direklerden ve diğer düşman bellenen çocuklardan çıkarırdı. Ülkücü Cevat’ın o dönem Kürtlerden ve aşırı solculardan başka bir üçüncü düşmanı daha vardı. Onlar da Alperenlerdi. Alperenlerin pek gücü olmasa da o dönemde Cevat’la çok kavgaya tutuştukları ayan beyan bilinmekteydi. O lisede Alperenlerin başında babası İmam olan bir çocuk vardı. Bana sorarsanız on numara efendi bir çocuktu. Lakin bu Ülkücü Cevat’ın delişmen yanı mecburen bu çocukları da şiddete eğilimli yapmıştı. Bu mevzumuz değil şimdi.

Bir filmde izlemiştim. Aşk, parasızlık ve duman saklanamazmış.

Lise yılları hızlı geçmiş, çocukluğundan beri hayalini kurduğu mesleğin sınavlarına girmişti. Polis olacaktı. Tüm teröristleri temizleyecekti. Polis üniforması öyle ulu bir şey ki onun için, o üniformaya öyle bir kutsiyet atfetmiş ki, bunu onun gibi düşünmeyenler asla bilemezdi.

Dersleri, kondisyonu (muhtemelen bedensel yeterlilik anlamına gelir), torpili, referansları, geçmişi her şey tamamdı. Lakin onu polis okuluna almadılar. Büyük bir utanç ve yıkım yaşadı. Adana’ya gitti. Orada bir yıl kadar kaldı. Oradan askere gitti. Dünyanın en önemli işini icra edercesine, öylesine nizami askerlik yaptı. Hedef belliydi. Askerden sonra bari uzman çavuş olmaktı.

Olamadı. Devlet onu uzman da yapmadı. Bir şey hep ona engel oluyordu. Ülkücü Cevat bunun ne olduğunu bilmiyordu. Ömrü boyunca ülkücülerin arasında kalmış, başka bir dünya tanımamış bu adam için polis olamazsın, uzman olamazsın durumu ciddi bir bunalım sebebiydi. Bunalımdan yıkıma doğru hızla sürükleniyordu. Ki birçok arkadaşı polis okulunu bitirip, üniformayı giymişlerdi bile.

Devlete kızamıyordu ama dargındı. Neden? Bir türlü bulamıyordu nedenini?

25 yaşında Ülkücü Cevat, amcası oğlu Necdet’in aşırı solcu olduğunu öğrendi. 26 yaşında ise amcakızı Nurhayat’ın bu aşırı solcu grubun onun deyimiyle “elebaşlarından biri” olduğunu. Bu daha önce yaşadığı yıkımlardan daha büyük bir yıkımdı.

İki binli yıllardı. Türkiye cezaevlerinde ‘Hayata Dönüş’ operasyonlarından sonra dalga dalga ölüm yayılmıştı ülkeye.

İçerde ve dışarıda ölüm vardı. Kol geziyordu. Birileri ölmesin diye içerde ve dışarıda birileri daha ölüm orucuna giriyordu.

O karmaşada çıktı geldi Ankara’ya Ülkücü Cevat. Amcasının kızı ve oğlu ile birçok devrimci açlık grevindeydi. Tüm insanların gözleri önünde eriyorlardı. Bir deri bir kemik kalmışlardı. Ölüyorlardı.

Cevat biçare dolanıyordu Ankara’da. Neye, kime, neden, niçin kızacağını bilmeden, bir çaresizlik içinde dolanıyordu sokaklarda.

“Benim gibi bir ülkücünün nasıl öyle akrabaları olur? Bu devlet bilmez mi Ülkücü Cevat ayrı, akrabaları ayrı? Bu ömrüm ülkücü hareket içinde geçti, şu kadarcık bir güven duymamış mı bana devlet? Ahhh Nurhayat ne de zayıflamışsın, ben ne edeyim şimdi, nasıl bir yol bulayım da vazgeçireyim seni? Ah amcamın akıllı mı akılı oğlu Necdet nasıl, nasıl söyle bu aşırı solcular kandırdılar seni? Sen değil misin lisede hep takdirler, teşekkürler alan, Ankara Hukukları dershanesiz kazanan.”

Sorular var, cevaplar yoktu. O güne değin tüm bildikleri cevap bulmaya yetmiyordu.

Açlık grevindeki insanların o zaman ailelerden ve destekçilerden özel bir talepleri vardı. Bulmaca, sudoku gibi zihni dinç tutan kitaplar istiyorlardı.

O zamanlar ABC Kitabevi’nde çalışıyordum. Ölüm oruçlarındaki insanlara her yurttaş gibi yardım etmek, desteklemek için çabalıyordum. Kendi kendime bir görev biçmiştim. Piyasada ne kadar sudoku, bulmaca ve bizin yayınevinin ürettiği Altı Şapkalı Düşünme Tekniği Kutusu varsa topluyor, açlık grevcilere gönderiyordum.

Altı Şapkalı Düşünme Tekniği Kutusu grevcilerin en popüler kitabı olmuştu. Piyasada, dağıtımlarda ve dahi başka illerde ne kadar bu kutudan varsa topluyordum. Maaşlarımız yetmese de sağ olsun küçük ve orta burjuva arkadaşlarımızın yetiştirdikleri maaşlarla Evelallah bu yükün altından kalkıyorduk.

Ülkücü Cevat bir kağıda eğricik burgacık yazılmış Altı Şapkalı Düşünme Tekniği Kutusu isimli kitabı ararken, yine sağ olsun Zafer Çarşısı’ndaki tüm kitapçılar durumu bildiklerinden onu bizim kitabevine göndermişlerdi. “Bu kitap varsa eğer sadece ABC Kitapevi’nde vardır” diye de nasihatte bulunmuşlardı.

Öyle tanıştık Ülkücü Cevat ile…

Evsizdi. Arkadaşlarının yanından ayrılmıştı. Ulus’ta kötü bir otelde kalıyordu. Bitlenmişti. Çaresizdi. Manasızdı. Aşıktı. Öfkeliydi. Kırgındı. Kızgındı. Acı çekiyordu.

O buhranlı hali, ölüm oruçlarının sonlanmasına dek sürdü.

O günlerin hepsi, hasarlar bırakarak geçti.

Bir fırtına de değerli okur. Bir fırtına…

Olaylar bitti bitmesine de, bedensel ve ruhsal hasarlar etkisini sonraki zamanlarda bile gösterdi.

Bir gece Ulus’ta kaldığı otelde içtiği rakının da etkisiyle silahı başına dayadı. Tetiği çekti de, tutukluk mu yaptı silah, yoksa çekemedi mi bu hadiseyi o da bilemeyecekti hiçbir zaman.

Ölemedi Ülkücü Cevat. Lakin bu hayatla da baş edemedi. Kendini bir akıl hastanesinde buldu.

Uzun süren ölüm oruçları direnişçilerde çeşitli hasarlar oluşturdu. Wernicke-Korsakoff Sendromu hastalığı bunların başında geliyordu. Bu ve başka hastalıklar elbette.

Ülkücü Cevat ve “aşırı solcu” amca oğlu Necdet’in hayatın bir cilvesi olsa gerek yolları akıl hastanesinde kesişti.

Sıkıntılı zor günlerdi. İnsanoğlu işte neleri aşar, neleri göğüsler, bilseniz. Ben şahittim o günlere. Lakin yazılmasa da olur.

Bu zaman dediğimiz şey, ne büyük bir nimet. Akar geçer işte…

Sonrası, çok zaman sonrası, Ülkücü Cevat bu hayata bir mana getirdi. Yine Tanrı Dağı kadar Türk hissetti kendini, fakat başka bir naiflik ile çıktı hastaneden. Bir hayat kurdu. Amcasının oğlu avukat Necdet ile hep en yakın arkadaş oldu. Nurhayat meselesini açmayalım. O bir yaradır. Herkesin bir yarası vardır bu hayatta. Öyle bir yaradır işte.

Evlendi iyi bir kadınla, çocukları oldu. İş elbisesi üreten bir atölye kurdu. İhalelere girdi. Paralar kazandı. Ömrü ülkücülerin arasında geçen Cevat’ı devlet polis ve uzman yapmadı ama birçok kurumun ihalesinden de mahrum etmedi. Derler ki piyasada en güzel polis elbisesi onun atölyesinde üretilirmiş…