Haşmet Babaoğlu ‘Sıradanlaşan kadınlar ve kötülük’ başlığı altında ilginç bir yazı yazdı geçenlerde.

‘Facebook’a, Twitter’a girince o süslü püslü fotoğraflarının yanına en ağır, en zalim nefret cümlelerini yazmaktan çekinmeyen...

Kadınlar...

Evet! Onlardan söz ediyorum.

Orta sınıfın haset, nisbet, rekabet cephesinde bütün enerjileriyle saf tutan kadınlardan...

Çünkü biz erkekler kendi aramızdaki iktidar kavgaları; kuyruğu dik tutma zavallılıkları ve kaybetme korkusunun anaforunda çoktan kaybolduk!

Ama kadınlar direniyorlardı.

Umut onlardaydı.

Şimdi...

İyilik ile kötülüğü ayıran kalın çizgi kadınların eliyle bulanıklaşmaya başladıysa eğer, eyvah!’ diyor.

Benim bu yazıdan çıkardığım sonuç: Kadınlar barış dilini unuttular!

Ben buna inanmıyorum.

Buradaki asıl sorun ülkemizde ya da dünyamızda gerçek bir özgürlük alanı sayabileceğimiz ve oraya herkesin koşulsuz olarak girebileceği canlı bir ‘alanın’ henüz yaratılamamış olmasıdır. Elbette hıza, nesnel sayılabilecek bilgi akışına diyecek sözüm yok. Bu konuda teknolojiye hayranım. Ancak teslim etmek gerekiyor ki genellikle dünyamızdaki hayalsizliğin tutsaklığını gösteren bir dil dönüyor twitter’da. Çok güzel cümlelere, dünyayı dert edinmiş olanlarına rastlasak da hayalini kurduğumuz o canlı buluşma yeri olamıyor twitter. Orada akan cümlelerin çoğu kızgın, sanallıktan, görünürken aslında tamamen görünmez olmaktan cesaret alan ‘bir çakarım bir de yer çakar’ cümleleri.

Bu cümleler ve o cümlerde hakim olan dil neyi temsil ediyor?

Başta twitter olmak üzere, orada dolaşan dilin umduğumuz bir özgürlük dili olmadığı aşikâr. Neden derseniz hâlâ özgürlük ‘istediğimi söylerim’ mantığıyla örülüyor ülkemizde ve dünyada. Bu bir tür tutsaklık. O tutsaklık, biraz dikkat edersek aslında bize çağın insanını anlatıyor.

Gelelim sadede. ‘Özgür olmak hiç de disiplinsiz olmak demek değildir’ der Ursula Le Guin. O hayal büyücüsü. ‘Hayal gücünün düzenlenmesi hem sanatın hem de bilimin tekniğidir. Bir şeyi disiplin altına sokmak, onu baskı altında tutmak değil, eğitmek, gelişmesi, harekete geçmesi, verimli olması için teşvik etmek demektir- bu şey ister şeftali ağacı olsun ister insan zihni’ diye de ekler.

Le Guin’e hak vermemek mümkün değil. Özgürlük bir disiplindir. Öğrenilecek, deneyimlenecek bir yaşamsallık. Tam da burada özgürlüğü isterken, sistemin insanlara bunu sunma konusundaki ‘hor görüsüne’ bakmak gerekiyor. Bir zihindeki ‘hoşgörü’ kendiliğinden doğmuyor çünkü. Onun beslenmesi, iyi topraklarda büyümesi, çoğalmasına izin verildiği müddetçe mümkün olabiliyor.

Peki bunu insana neler sunabilir? Aile? Okul? Toplum? Medya?

İnsanlara erkeklerin maçoluğuyla beslenen iktidar kavgasını anlatarak, onları sıradanlığın, yalanlarla örülü reel bir dünyanın, savaşın, rezil yarışların içine sokarak, beyinlerini ‘para her şeydir, görünmek her şeydir’ diye yıkayarak, olup biteni ezberleterek varılacak bir dil değil özgürlüğün dili. İnsanlara yaşamı, hayal gücünü, yaratıcılığı, doğayı, her birinin insanın içinde olduğunu, barışın her gün ama her gün inşa edilmesi gereken zor ama olanaksız olmayan bir umut olduğunu bıkmadan, usanmadan anlatarak kavuşulacak bir dildir o. Özen, dikkat, yoğunlaşma gerektiren bir dil.

Dünyaya barışı ancak ve ancak bu türden bir dile inandığımız zaman getirebiliriz. Cümlelerin gerçek tılsımına erdiğimizde. Ne dediğimizi gerçekten fark ettiğimizde. Sıradanlaşanın ve kötüleşenin kadınlar olmadığını, sıradanlaştıranın sistemin kendisi olduğunu ve bunu durmadan kötülük tohumlarıyla pompaladığını fark ettiğimizde.

Sıradan kötülüğün tavan yaptığı bu çetrefil yolda ben kadınlara barışın öncülüğünü yakıştırmaya devam edeceğim. Ve dünyaya (belki bir gün twitter’a da) en çok onların, bu sahici dili kavramış ruhlarıyla, bir gün gerçekten barış geleceğine inanmaya.

Barış, gerçekten özgür olabilmeyi başaranların dilidir.

***


Çok önemli: Vicdani retçi Halil Savda’ya, Uludere’den Ankara’ya barış için yürüyen ona ve cesaretine sevgiyle, saygıyla...