2012 Mart ayında KCK davasından gözaltına alınan ve tutuklanan antropolog Müge Tuzcuoğlu’nun duruşması 24 Eylül’de yapılacak. Tuzcuoğlu, Diyarbakır’daki çocukları anlattığı ‘Ben Bir Taşım’ adlı kitabın da yazarı. Onu cezaevine götüren ‘gerekçeleri’ sıralayalım: Diyarbakır’da BDP Siyaset Akademisi’nin derslerine öğrenci olarak katılmak, akademinin giriş kapısında görüntülenmek ve en önemlisi 8 Mart ve Nevruz mitinglerine katılmış olmak! İnsan Hakları Vakfı, Göç Vakfı, Diyarbakır Sosyal Araştırmalar Enstitüsü ve Sarmaşık Derneği’nin çalışmalarına gönüllü katkıda bulunan Tuzcuoğlu ‘terör örgütüne üye olmak’ suçlamasıyla içerde. Kısacası ‘terörist bir akademisyen’ olarak yargılanacak!

Tuzcuoğlu, yasal olarak kurulmuş dernek ve vakıflarda çalışmak, mitinglere katılmak ve Siyaset Akademisi derslerini izlemek, orada görüşlerini beyan etmekten başka bir gerekçeyle suçlan(a)mıyor ancak tüm bunlar onu yargı önünde bambaşka biri gibi karşımıza çıkarmaya yetiyor. Elbette bu noktada da hukuk denilen sistemin ülkemizde ne halde olduğunu bir kez daha görmüş oluyoruz.

Bu bir hak ihlalidir. Bugün içlerinde birçok sivil toplum örgütü ve akademisyenin bulunduğu Müge Tuzcuoğlu Davası’nı İzleme Grubu’nun oluşturulması tesadüf değildir. MESA (Ortadoğu Araştırmaları Birliği) gibi bir kurumun Başbakan’a yolladığı uyarı mektubu da. (Bu uyarı mektupları Prof. Dr. Büşra Ersanlı ve Dr. İsmail Beşikçi için de yazılmıştı).

Bakın ne deniliyor söz konusu uyarı mektubunda: ‘Müge Tuzcuoğlu davasını dikkatle ve kaygıyla izliyoruz, hükümetinizin akademi ve bilimin bağımsızlığına yönelik tutumundan son derece endişeliyiz.’

Müge Tuzcuoğlu’nun beraatini bekleyenlerdenim çünkü bir akademisyenin bilimsel tercihlerini yapma özgürlüğüne inanıyorum. Bu özgürlük olmazsa ne bilim bilim olarak kalır bu ülkede ne de sanat sanat olarak. Peki ya siyaset? Bilimsiz ve sanatsız siyaseti kim ne yapsın?

Çanakkale’deki akademisyenlerin durumu

Akademiyle ilgili başka bir önemli konuya daha değinmek istiyorum. Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi’nden, sözüne güvendiğim akademisyen bir dostumdan bir mektup aldım geçenlerde. Bu mektup üniversitede yaşanan sorunlardan bahsediyordu. Şu anda profesörlük ve doçentlik kadrosunu hak etmiş çok sayıda akademisyene gerekli kadrolar ilan edilmiyormuş. Dahası kadrolarını hak eden insanların o ya da bu şekilde işten atılmaları ya da Çanakkale’den gitmeye zorlanmaları söz konusuymuş. Yönetimin bu konuda verdiği bir yanıt var ama bu yanıt Türkiye’de son yıllarda ‘yönetimde’ olanların genelgeçer tavrını yansıtması bakımından pek de bir şey ifade etmiyor. Çözüm bulmak yerine karşı tarafı suçlamak, karşı tarafı suçlarken kendini bu suçlama üzerinden aklamak, aklarken ‘sütten çıkmış ak kaşık’ olduğunu her seferinde vurgulamak, hak arayan insanları haksız konuma düşüren bir jargon kullanmak, yara sarmak yerine yarayı kaşımak...

Yönetimdekilerin işleri ‘kendi haklılıklarını’ ispatlamak değil ortadaki haksızlıklara adaletli yaklaşımlar sunmak olsa gerek. Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi gibi yetkin ve kurumsallaşmış bir üniversiteden beklediğimiz de kendi kadrosuna sahip çıkmasıdır! Unutmayalım ki üniversiteleri üniversite yapan öncelikle yönetim kadroları değil akademisyenleridir.