‘Kaybetmekten kaybetmeye fark var. Evladının sonsuzlukta kaybolması var, gözünün önünden kaybolması var.’

Sema Aslan, Kozalak (İletişim Yayınları)

Pek göze çarpmayan hayat hikâyeleri Sema Aslan’ın Kozalak’ında anlattıkları. Gazetelerin günlük sayfalarında kaybolmaya mahkzm, bazen oralara bile ulaşamayan hikâyeler bunlar.

Onları okurken düşünmeye başlıyorsunuz. Kendi halinde insanların hikâyelerini okurken fark ediyorsunuz ki sizin de yanı başınızdan akıp giden onca sessiz hikâye var, bambaşka bir nehir olmuş zamanın akıntısıyla birlikte kayıp gidiyorlar. Bir gün, bir ay, bir yıl, hatta yıllar boyunca kendi göz hapsinize sığabilen ‘tanıdık’ simalar ve o simaların dışındakilerin unutuluşunun da denizaşırı sesi bu.

Göze çarpmayan hayat hikâyeleri. Göze çarptıkları anda unutulmaya mahkzm hikâyeler de demek.

Kalın çizgilerle çizilmiş gündem maddelerine bakıyorsunuz. Bu maddelerin arasına sıkışmış çocukları, gençleri, kadınları ve onların tekrarlanıp duran dramlarını, hızlandırılmış bir filmin koşturan kareleri gibi seyrediyor olmak bu yüzden mi? O dramlarda yatan, aslında hepimize sorumluluk yükleyen kısa kesişmeleri ertelememiz, unutmamız, yeni olaylarda hatırlamamız, sonra yine unutmamız...

Unutuyoruz. Ya geçmişin ağır yükü var sırtımızda ya da geleceğin biteviye kaygısı. Böyle olunca geriye, yani şimdiki zamana, özlemek, ummak ya da beklemekten başka teğellenecek sözcük kalmıyor. Bir de ezber, pimini çekmeye hazır cümlelerimiz var tekmil kuşandığımız.

Ancak bu arada özellikle çocuklar, gençler ve kadınların fırtınaya tutulmuş hikâyeleri akıp gitmeye devam ediyor. Çoğu günlük alaboraların içinde bir var bir yok halleriyle eriyip gidiyorlar tarumar gündemimiz içinde.

Bir parkta kaydıraktan kayarken sırtına kurşun yemiş bir çocuğun kırık yaşamı, o yaşamla anne babasına bıraktığı acı donup kalıyor zihnimizde ve çabucak eskiyor örneğin. Oysa buna müdahale etmek gerekiyor. Silah kullanmanın bu ülkedeki resmiyetine müdahale etmek, ‘bir dakika’ demek... Ya da başka şeyler...

Bir otobüs durağına terk edilmiş can çekişen bir kadının bize anlattıkları da pek yer etmiyor belleğimizde.

34 kişinin tecavüzüne uğrayan bir kız çocuğu için adaletin verdiği karara diyecek sözlerimiz de en fazla iki günlük. Bir kavşakta umursamaz bir sürücünün arabası altında ölen bir genç için hatırlayabileceklerimiz de sınırlı. SBS sınavında kendini asan bir çocuğun yalnızlığı nedense bir starın yalnızlığından daha az ilgimizi çekiyor. Seloteybe sarılmış bir tabut gördüğümüzde içimiz titriyor titremesine ama kafamızı kurcalayan yer hâlâ o seloteybin iğreti varlığı oluyor; gençleri tabuta sokan sistemi eleştirmek için sözcüklerimizin hemen hepsi karaborsada sanki. ‘Şehit haberlerine yasak’ getiren bir sistemi allayıp pulluyoruz da bunun o gencecik çocukların hayatını iyiden iyiye karartmak anlamına geleceğini düşünmek istemiyoruz- nedense. Şiddete karşı çıkmak vatanı az sevmek oluyor, nedense...

Geride sonbahar yaprakları gibi kavrulmuş, yalnız, başı sonu olmayan, karambolde izini kaybettiğimiz hikâyeler kalıyor. Çocuklar, gençler, kadınlar. Onların izini kaybederken kendi izimizi de yitirdiğimiz tutsak hikâyeler.

Tam da burada Sema Aslan’ın Kozalak’ından, birkaç satırla bitireyim bugünkü yazımı:

‘Bir sonram olsun istiyorum, bir sebebim olsun. Öncemi çaldım çırptım, öncemi başkasınınmışçasına saçtım savurdum, öncemi törpüledim. Anımsanacak bir önce kalmadı, umacak sonra da yok belki.’

***


Biraz umutsuz bir yazı oldu. Ama yalnız bıraktığımız ‘gerçek hikâyelerin’ yanında lafı bile olmaz.