‘Annem, kendi annesi gibi suskun nesilden, sırlarını oraya buraya sessizce taşıyan nesilden geliyor. Ağzı fermuarlı. Bu, benim İstanbullu Ermenilerimden gelen bir deyiş. Büyükannemin, sessizliği işaret diliyle anlatışını anımsıyorum. Dudaklarının üzerinden kayan işaret parmağının ucu. Tıpkı kapanan bir fermuar gibi. Doğulu kadınların suskunluğu. Sevilmiş, çok sevilmiş, aldatılmış, evlenilmiş, alıştırılmış, kötü davranılmış, büyülenmiş, ırzına geçilmiş, terk edilmiş kadınların suskunluğu...’

Yukardaki satırlar 1955 yılında İstanbul’da doğan, önce Almanya’ya, ardından Fransa’ya göç eden Esther Heboyan’ın dilimize çevrilen kitabından. Everest Yayınları’ndan çıkan ‘Burgazada’da Bir Ağustos Pazarı Gibi’ adlı bu kitabı dilimize Yaşar İlksavaş çevirmiş.

Burgazada’da Bir Ağustos Pazarı Gibi, kitaba adını veren bir öykü. Tanıklık ya da yaşamdan bir an olarak da okunabilir. Tamamen sizin keyfinize, okuma zevkinize kalmış. Ben ilk başta adına bayıldım! Bu öyküde Heboyan, bir çift ayakkabıdan yola çıkıyor. Çarşıdan yeni alınmış mavi balerin ayakkabıları bunlar. O gün yazarın ziyaretine gelen annesini çok eskilere götürmeye yetiyor da artıyor bile bu ‘iskarpinler.’ Aslında yazarı da. Annesinin Burgazada’nın tepesindeki tavernaya, o tavernanın dans pistine doğru uçup giden anılarına, annesi evden gittikten sonra, neredeyse aynı pazarın sıcaklığında o da dalıveriyor. Ancak iş burada bitmiyor. Ayakkabılar, bir yandan da Saik Faik’in ‘en çok korktuğu şey ayakkabısızlık’ cümlesi demek hem anne hem de kızı için. Yoksulluk ve yokluk adına hatırlanan bu cümle, yaşanmış olanları ve o yaşanmışlıklara mühürlenmiş suskunlukları da içeriyor hiç kuşku yok ki. Hem kadınsı hem de insani bir suskunluğun adı bu cümle sanki. Yazar, annesinin, yani çocukluğu başkalarının yıpranmış ayakkabılarını toplamakla geçirmiş o kadının, neden babasıyla evlendiğini o anda anlayıveriyor. En azından kocasıyla birlikte iken hayatın içinde yalınayak yürümek durumunda kalmayacak olan o kadını. Hayali bir pazar neşesi içerisinde beyaz deri iskarpinler içerisindeki o kadını. O cümle o kadar onlarla ki, Paris’te bir günde, iki farklı insanın, başka bir zamanın tortusunu birbirlerine hatırlatmaktan korkarak ‘hayal ettikleri’ dansın içine bile sığışabiliyor.

‘O öğleden sonra, yarın aynı saatte beni yeniden görmeye gelecek olan annemin gidişinin hemen ardından ve bana binlerce şey anlatacak çocuklarımın eve dönüşünden az önce, mavi balerinlerimi ayağıma geçirmeye ve salonun ortasında benim olmayan bulanık bir anının üzerinde dans etmeye karar verdim: Bir Arjantin tango veya Burgaz’da bir pazar sabahı hoş kokulu çamların altında beni bir anda yedi değil tam olarak yedi yüz yetmiş yere götüren bir Viyana valsi belki de. İnsan orada peri masallarına bir adım kaldığına inanmak istiyor.’

O dansı bir üçüncü göz olarak uzaklardan seyrederken Burgazada’daki o dans pistine siz de benim gibi gitmek isteyebilirsiniz. Dansın ve müziğin ortak diliyle zamanın insana neler neler anlatabileceğini yeniden hatırlamak isterseniz yanınıza en güzel ayakkabılarınızı almayı unutmayın derim.

***


Bu sene Hrant Dink Ödülü’nü Türkiye’den İsmail Beşikçi ve Rusya’dan Uluslararası Memorial Topluluğu aldı. Adil bir dünyanın mümkün olduğuna dair inancımız arttı.

***


Sidar’ını gencecik yitiren Sırrı Sakık’ a sabırlar diliyorum.