“Yıllardan beri, hep bu anı, gerçek yaşamın başlayacağı bu günü beklemişti.” (Hülya Tufan çevirisinden)

Anlatıcı daha ilk sayfada kahramanımızla ilgili çok önemli bilgi verir. Cümle, anlamı açık: Uzun zamandır beklediği an, gerçek yaşamın bu ilk adımı önündeydi artık. Burası Bastiani Kalesiydi. Annesiyle vedalaşırken kaygısız gülümseyemiyor, odanın içinde amaçsızca dolanıp duruyor ve annesinin öğütlerine kulak veremeyecek kadar değişimin, belki de sıradanlığın dışına çıkmanın telaşını, o tuhaf duyguyu hissediyor.

Daha sonra, tıpkı hayatta sık sık rastlanıldığı gibi varılması gereken yer bir tür ulaşılmaz olur, yol uzadıkça uzuyor. Gerçek yaşamın o güzel hülyaları yine de avutur onu. Yolda yıllar sonra dönüşeceği kişiyle karşılaşır; aldığı ilk yanıt asabidir, umursamazdır; acemi bir er gibi boyun eğer, ürkektir; yine de içinde bir parça umut vardır hâlâ. Giovanni Drogo, gerçek yaşamın ilk adımı olarak gördüğü bu yerden bir daha asla çıkamaz; artık o yazgısının ve sıradanlığın bir kurbanı olmuştur.

Drogo’nun çölde, Bastiani Kalesinde ömrünü tüketmesi değildir bizi dehşete düşüren: tekrar tekrar yaşadığımız şeyin yenilenmesinin farkındalığıdır aslında. Aynı ev, sokak, iş, nefes aldığımız mekân, soluduğumuz iklim, hep aynı kadınla hep aynı sözcüklerle fısıldayarak öncekilerden hiç de farklı olmayan cinsel rahatlamalar, başkalaşamadığımız kimlik; belki de evren, kendi evrenimiz: görüp duyabildiğimiz, konuşabildiğimiz, hissedebildiğimizin tamamı.

Tatar Çölü’nü okuduğumda “Âdem ya da Havva” adlı öykü kitabım bir ya da iki hafta olmuştu yayımlananı. Ne yalan söyleyeyim benzer duygularla Çırak öyküsünü yazdığımı anımsıyorum. Dino Buzzatti’yle benzer duyguları yaşamış olmak (belki de kabalık edip, böyle bir kitabın yazarından bu varsayımı çıkartıyorum), sıradanlığa iğne batıran bir duygu yaşattı bana.

Peki, Drogo’yu bu ıssız kalede tutan neydi? Bizim ezbere bildiğimiz şarkıyı tekrar tekrar dinleyerek tattığımız duyguyla benzer bir duygu olmadığı muhakkak.

Bence bu soruyu kendimize de sormalıyız: “Neden yaşantım tekrarlardan ibaret?”

Drogo, Görkemli Bastiani Kalesine atanan bir subay mı, yoksa ıssız bir çölde Bastiani Kalesi denilen hapishaneye gönderilen bir mahkûm mu? Sartre’ın Duvar adlı öyküsünde aynı hapishanede günlerini tüketen mahkûm ile görevli-gardiyan arasında bir fark olmadığına tanık olmuştum. O halde Drogo da özgür iradesine hâkim olmayan-olamayan bir tutsak olmalı.

Şimdi, bu soruyu bir daha kendimize soralım: “Biz nelere mahkûm değiliz ki, tutsak olmadığımız bir tek yer kaldı mı?”

Büyük sanat eserlerinin özelliğidir: “Kendimizi daha güvende hissedebilmek için mi bunca tekrar?”

Hayatımız üstüne düşünüp bir kez daha sorgularız.

Belki de kendi kendimizin tutsağı olmaktan kurtulduğumuzda; yazgının ya da sıradanlığın dışına çıkmış olacağız, karar bizim.